Etiketler

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Yağdan nane şekerine Dünya Barış Günü

Şükrü Kızılot'un geçen hafta Hürriyet'te yer alan "Nane şekeri aldım, her tarafım elektronik oldu" başlıklı yazısı güler misin ağlar mısın türünden. Aynı zamanda Türkiye'de kamunun neden bilişim projelerine liderlik etmemesi ya da kendisini dev aynasında görmemesi gerektiği ile ilgili iyi bir örnek.
Hürriyet'in aynı sayfasındaki diğer iki haberden biri çocukların cep telefonları üzerinden kontrol edilmesi; manşet ise Türkiye'nin sosyal ağlardaki kişilere ait bilgiyi talep etmesi ile ilgili. Tam bir Vajinismus halinde olan kontrol manyaklığı vakası ile karşı karşıyayız.
Bilişim dünyasını yeterince yüzüne gözüne bulaştırmayı başaran yönetici erkin diğer yandan da Türkiye'ye bilişim yatırımı çekmeye çalışması ya da Türkiye'nin kendisinin bilgi ekonomisine geçmesini savunması şu anda bu komediyi sağlıyor. Ancak işler aslında o kadar komik değil.
Bu yeteneksizlik kötü niyet ile birleştiğinde ya da sadece kötü niyet kendi çıkarları için bu mekanizmalardan faydalanmaya başladığında ortaya çıkacak hasarı engelleyecek bir güç bu ülkede bulunmuyor. Nane şekerine bugün gülebiliriz ama ülkeyi tek renge boyamak isteyenlerin kepenk yağlayan düşük gelir grubundan gayrimüslimleri zeytinyağı tüccarı sayarak büyük borçlar çıkardığı Varlık Vergisi döneminin üzerinden geçen süre 100 yılı bulmadı.
Dünya Barış Günü'nü kutlarken enayi mekanizmaları ortadan kaldırmanın ne kadar önemli olduğunu idrak etmemizde yarar var. Yoksa sandık demokrasisi ile Pandora'nın kutusu arasında gidip gelirken kendimize gülecek halimiz kalmayacak.   

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Değerini bilmek

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, yıl sonu için kur tahmini yaparak finans köşe yazarlarının her sene yaptığı ve genellikle bir sonraki yılın başında da neden tahminlerinin tutmadığını anlattığı ya da bu konuya hiç değinmeyip bir sonraki yılın tahminini yaparak yola devam ettiği sisteme dahil oldu. Bu kendi bileceği bir şeydir. Ancak açıklamalarına bakılırsa bir şeyin değerini bilmesi gerekiyor.
Türkiye Avrupa Birliği'ne girmiş olsaydı, bu kadar rahat gazel atmak mümkün olmayacaktı. Bu çok değerli bir avantajdır ve örneğin krizden kırılan Yunanistan'daki mevkidaşının elinde bu tür bir rahatlık sağlayıcı silah yoktur. Bazı şeylerin değerini bilmek gerekir.
Doların değeri konusunda da aklımda paralel sorular vardı. Başbakanın 2'yi geçmesin demesinin dışında 1,92 ve altı hedefinin doğru değerleme olduğunu söyleyen ne var? Büyük şirketlerin açık pozisyonlarınn riskini daha önce yazmıştım ve zaten ikinci çeyrek bilançolarında realize oldu. Şimdi faizdeki yükselişin etkisini görmeyi bekliyoruz.
Benim beklediğim başka bir şey daha var. Biz ülkemizde yaşayan insanların daha mutlu olması için bu değerleri nerede tutmalıyız sorusunun tartışılması. Çok fazla ses çıkarmamıza rağmen bu konulardan çok haberdar değiliz. Çıkarımızın nerede olduğunu bilmeden sallanıp duruyoruz. Çıkar derken bir siyasi ya da ticari gruba yaslanıp nemalanmanın dışında gelişime bağlı olarak refah seviyesinin artmasını kastediyorum. Bir değişimi...
Türkiye'de iktidar ve muhalefeti ile bütün yönetici elitin bunun değerini bilmesi gerekiyor. Çünkü onların sürümden kazanmaya dayanan politikası Türkiye'de her şeyin ucuzlamasını getiriyor. Bunun sonun başlangıcı olduğunu hissediyordum ama Ege Cansen'in bugünkü (28 Ağustos 2013) yazısı "Fiyatlandırma" konuyu sistematik olarak algılamayı sağlıyor. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24601050.asp
Ege Bey bir süredir kafayı taktığım değer yaratma ve değerleme konusuna sağlam bir bakış açısı sunuyor. "Son Söz"ünü buraya aktarıyorum -süper- "Liste fiyatı bir şakadır" Galiba bizim için giderek eşşek şakasına dönüşüyor.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Öylesine bir öykü: Sepsis

Çok fazla dua eden biri değildi ve “Allahım, onunn nasıl öldüğünü bana malum eyle” diye dua ettiğinde kendi kendisine şaşırmadan edemedi. Bu dili o mu kullanmıştı. Ara sıra Krom’a dua etmenin dışında yaptığı bir şey değildi bu ve Conan’ın tanrısına edilen dua sadece “Bana yardım et yoksa benim tanrım değilsin” şeklindeydi; malum eylemek garipti, nerden gelmişti bilmiyordu. Tıpkı bu garip yolculuğun “sepsis”i keşfetmesi ile başlayacağını bilmediği gibi.

Vikipedi’de kısa bir araştırma açık adı septisemi olan bu kan zehirlenmesinin kana bakteri ya da toksin karışması tanımını veriyordu. İnanılmaz çok biçimde ortaya çıkabiliyordu sepsis: Deri üstündeki bir yarada mikrop kapma sonucu enfeksiyon oluşması, bir apsenin patlayarak iltihabın kana karışması, boğaz enfeksiyonu (sözgelimi difteri), bağırsak iltihabı (tifo gibi), akciğer enfeksiyonu (zatürree gibi), idrar yolları enfeksiyonu sonucu. Seç, beğen, al…

Hayat hikayesi ise haber bültenindeki basit bir uzman görüşü kadar: “Septisemi yerel değildir, kontrol altına alınmazsa bütün bedene yayılır. Septisemiye neden olan bakteri bedene çeşitli yollarla girebilir: sözgelimi diş çekiminden sonra, açık bir yara ya da iç organlardaki bir enfeksiyon yoluyla. Normal olarak akyuvarlar bakteriye karşı koyarlar ama bakteriler akyuvarların direnme gücünü aşacak kadar çoğalırlarsa septisemiyle bedene yayılırlar. Bu ya başka bir hastalık nedeniyle zayıf düşmüş bir bedende ya da sağlıklı bir kişide güçlü bir organizma tarafından yaratılabilir. Septisemi belirtileri ateş, şok, ayakta duramayacak kadar halsizlikle birlikte kan basıncının ansızın düşmesidir. Hasta kendini çok kötü hisseder, komaya girer ve ölebilir.”

Komik… Zaman zaman aklıma geldikçe kendi kendime gülüyorum. Böyle ölen birinin hayat hikayesi ne kadar anlamsızlaşıyordur kim bilir. Ya da doktorun hastanede “kan değerleri çok kötü” derken ne kastettiğini anlamak için bu kadarını bilmek yeterlidir. Her şey anlam kazanır ama biz genellikle “nasıl oldu” ya da “konuşuyor mu” gibi soruların peşinde koşarken bunları gözden kaçırırız. Bizim için önemli olan iletişim kurmaktır. Olaylara hakim olmak isteriz. Bu, anlamaya çalışmaya göre çok daha rahat bir yöntemdir. Bunu anlamak acı verir ve ağlamak çoğunlukla bu acıyı almaz. Kendi kendime ağlamaya çalışırken yakalanıyorum. “Ben seninle iletişim kurmaya çalışıyorum; sen bana hiçbir şey anlatmıyorsun.”

Bir avukat arkadaşıma misafirliğe gidiyoruz; insanların birbirlerinden boşandıklarında ne elde edeceklerini öğrenmek için avukatlarla saatlerce konuştuklarını öğrenip şaşırıyorum. Boşanmada 40 yaşını aşan kadınlara sağlanan ek imkanları bu kadar çok insanın bilmesine şaşırıyorum. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Sepsis içime yayılıyor; bir yalan bir diğerini doğururken kendi kendime gülüyorum. Yakalanıyorum. “Anlat bana” diyorlar; bilmiyorum ki ne anlatayım.

Aklım yıllar öncesine gidiyor. Babam misafirlikte tavla oynuyor; biz izliyoruz. Babamın kaybetmesini istiyorum. Neden bilmiyorum. Diğer oynayan İstanbul Teknik Üniversiteli. Sevdiğim bütün abiler oralı. Babam sıkışıyor; zarla konuşmaya başlıyor. İyi zar geliyor; kazanıyor. “Gördün mü” diyor bana, hiçbir anlamı olmadan. Sepsis’ini görüyor; yapabileceği bir şey yok.

Kendi kendime gülüyorum… Anlat diyorlar. Kendi kendime ağlıyorum… Anlat diyorlar. Herşeyi öğrenmek için gösterilen bu çabanın hiçbir şeyi anlamamak demek olduğunu görmüyorlar. Anlatılmak ve anlamak birbirinden çok uzak iki şeydir aslında.

“Yetmez ama Allah belasını versin” ülkesindekiler bunu çok iyi bilirler. Bir dua ne için edilir, onu bilmezler; malum olsun diyedir dualar ve en iyisi sepsisi anlamaya kadar götürendir. Yolculuk orada bitmez; hasta “multi organ malfunction” sonucunda ölürken aslında yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Beden sağlıklı olmaya çalışırken artık kendi enfeksiyonlu organlarını düşman gibi görmeye ve onlara saldırmaya başlar. Artık “Sepsis” denebilecek nokta aşılmıştır; “Sayın Septisomi”dir o. Ancak bilmediği, hasta ile beraber kendisinin de öldüğüdür. Bunu en iyi kadınlar anlar. Bu kadar büyük bir bağlılığı olduğu kadar bu kadar büyük bir nefreti de ancak kadınlar örebilir.