Fortune Türkiye 28 Haziran'da Türkiye'nin 500 büyük şirketini açıklarken uzun süren bir çabanın meyvelerini servis etmiş oldu. Her sene gerçekleştirilen bu özenli çalışma iyi bir veri tabanını önümüze koyuyor. Elde veri olduktan sonra doğru yorumları yapmak ve aksiyonları almak mümkün oluyor. Naksan haberinin dergide yer alması bunun iyi bir örneği ve beni mutlu eden gelişmelerden biri oldu.
Dupont'un Avrupa'da iki tane bulunan ve plastiğe kesintisiz baskı yapabilen, zamanının 1 milyon euro'luk makinelerinden birini elinde bulunduran Naksan'ın bu makine ile yapacaklarını yazmak bana nasip olmamıştı. Avrupa pazarındaki bu güçlü varlığına ABD'de Walt Disney başta olmak üzere daha güçlü bir zemin ekleme hedefi doğrultusunda attığı adım beni heyecanlandırmıştı. Aynı heyecanı paylaşamadık: Gaziantep deyince Sanko ve Konukoğlu'na kilitlenen düşünüşe kurban gitti benim haber. Neyse ki yine Nakıpoğulları'nın Zirve Üniversitesi projesini, öğrencilerine Macbook dağıtması temasıyla ve bunun için Apple bölge yöneticilerinin üniversiteyi ziyarete gelmesini ekleyerek yazabildim. Fortune Türkiye'nin ilk olarak Gaziantep'te toplantı düzenlediğinde ilk olarak Fortune Türkiye 500'e verilerini veren Naksan'ı keşfedip haber yapması listenin gücünü ve beni memnun etmek de dahil daha fazlasını gösteren iyi bir örnek.
Bir diğer önemli nokta bugün ile ilgili önemli değerlendirmelerin de gün yüzüne çıkması oldu. İktisatçı kafasından uzak bir analiz yapmak için klavyenin karşısına oturmama neden olan, Fortune Türkiye'nin editörlerinden biri olarak basın toplantısına katılma fırsatını bulmuş olmam. Şirketlerin özellikle kendilerini rakipleri ile kıyaslamasını sağlayan bu sıralama, benim için artık iş analitiği ile birlikte anılan büyük verinin iyi bir örneğini oluşturuyor. İyi analiz edilirse, çok iyi olabilir;kötü analiz fıkraya çevirir.
Bizim elektronik mühendisliğinde sıkça anlatılan fıkradır: Bir grup mühendis balonla seyahate çıkmışlar, fırtınaya yakalanınca kendilerini bilmedikleri bir yerde bulmuşlar. Aşağıda biri terasta kahve içiyor. Fırtına sonrasının tespiti için adama "neredeyiz" diye sorarlar ve "tam evimin üstündesiniz" yanıtını alırlar. Karşılıkları "Matematikçi misiniz" olur ve "nereden anladınız" diye sorar terastaki adam. "Söylediğiniz tamamen doğru ama hiçbir işe yaramıyor" der mühendisler.
İyi analiz bütün bu verilere girmeden önce Fortune Türkiye'nin iş ortağı Finar'ın salondaki reklam panosundaki "ölçülebilir riskleri alın" sloganına bakmayı gerektiriyor. Bu panonun ışığında verilere bakıldığında, bazı şeylere daha fazla dikkat ediyorsunuz: büyük şirketlerin açık pozisyonları ve döviz ile faizin oynaklaşmamasına bağlı olarak 2012'de bunun risk oluşturmaması ilgi çekici bir konu oluşturuyor. Bu denge değişirse ne olur sorusu akla geliyor.
Dergiyi alanların açıkça göreceği gibi Fortune 500 şirketlerinin net karı yüzde 26,5 artarken bunda 2011'de yüzde 80'e yakın artan finansal giderlerin 2012'de yüzde 35 kadar düşmesinin etkisi büyük. Mesele burada ne kadar daha gidilebilecek yer olduğu.
Bir diğer veri olan kar, hükümetin Turkcell ile ilgili tasarruflarının nasıl olacağı konusunda bir fikir veriyor. Tüpraş'ın ciro başarısı önemli ama Türk Telekom'un birinciliğini koruduğu net kar listesinde Turkcell ikinci sırada. Ciro olarak bunların üç katı civarında olan Tüpraş, burada ancak üçüncü sırada yer alıyor.
İnsanın içini acıtan ise, bu kadar bilgi ekonomisi bilmemneden bahseden Türkiye'nin en büyük 10 şirketinden yedi tanesinin petrol ve enerji sektörlerinden gelmesi. Bu, yumuşak becerileri (soft skills) ile global medyada tanıtım yapmaya çalışan Türkiye'nin bambaşka bir ülke olduğunu gösteriyor.
Benim ilk aşamada süzdüğüm bunlar. Finar'ın sloganına geri dönersek, "ölçülebilir riskleri alın" demek benim mühendis kafamla ya riskleri ölçün ve bunları alın önünüzde büyük fırsatlar var anlamına gelir ya da risklerinizin farkında değilsiniz, aldığınız riskleri ölçün demektir. Ben çıkardığım sonuçlarla yetinip bu konuyu sloganın sahibine bırakmayı tercih ediyorum.
Karşılaştığımız olaylar karşısında verdiğimiz kararlar ve sergilerdiğimiz tavırlar hayatımızı önemli kılar. Bu önemi fark edenlerin kendi hayatlarının kaydını tutması kadar doğal bir şey olamaz.
28 Haziran 2013 Cuma
Fortune Türkiye 500'ün düşündürdükleri
Etiketler:
Dupont,
Fortune Türkiye 500,
Konukoğlu,
matematikçi,
mühendis,
Naksan,
risk,
Sanko,
Turkcell,
Tüpraş,
Türk Telekom,
Walt Disney
26 Haziran 2013 Çarşamba
AKP'nin geldiği noktadaki mesele
Bu yazıya karar vermem, FT'de tekstil sektörü üzerinden yazılan bir Oxfam yazısının spotunu görmem ile oldu. Yoksa arkadaşlarımla tartışmak benim için yeterli olmuştu. Oxfam'ın etik ticaret başkanı Rachel Wilshaw, "Giyim endüstrisi kadınlara toplumsal statü kazandırdı, kadınlar evlerinden çıktı. Bunu şeytanileştirmemek gerekiyor" diyor.
AKP'nin Türkiye'de yaptığı tam olarak bu oldu; statükoyu değiştirerek bunu sağladılar. Belirli kesimlerin kendilerine yönelik aptalca yaklaşımlar, belirli kesimlerin de açıkça siyasi ve ekonomik şiddet görmesi nedeniyle düşman olmasa da sahiplenme noktasından uzaklaştığı eski rejimin iler tutar yanının kalmaması AKP'nin bu sistemin üzerinden silindir gibi geçmesini sağladı.
Bu yapılırken eski sistemdeki aidiyet sisteminin yerini başka bir sosyal blokun aidiyet sistemi devraldı. Bu yorumu yaptığımda AKP'ye yakın olan arkadaşlarım "Ama AKP her kesimden insanı sokağa çıkaran adımları attı; bunu herkes için yaptı" diyorlardı. Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz.
Üstelik bu yapılırken fiyatların ve ücretlerin sabit kalması temelinde bir politika ile hareket edildi. Aynı iş için daha düşük ücret ya da zaman içinde eriyen ücret politikasının uygulanması ülkede garip bir ortam yarattı. Orta Asya'dan gelen bir arkadaşı balık lokantasında garson olarak görmeğe başladık ya da Rumeli Kavağı'nda balık lokantasında "deniz mi çiftlik mi" diye sorduğumuz eleman balığı dondurulmuş ambalajında getirip "ben bilemedim, bir bakın" dedi. Balık restoranları ile ilgili bu iki örnek hayatımın bu eksende yaşanmasından değil; muhafazakar hükümetin geleneksel olanı korumakta ne kadar aciz kaldığının anlaşılması için. Yoksa daha birçok örnek var.
Tempo'da çalışırken hangi partinin ne bilişim altyapısı var diye haber yaptığımızda en gelişmiş (ne yaptığını biliyor yorumunu yapabileceğimiz) yanıtlar AKP'den gelmişti. Rakipleri arasında "ne kullanıyorsunuz" sorusuna sunucunun arkasındaki konfigürasyonu yazıp gönderen bile vardı. Ama yıllar sonra "bir İmam Hatipli yaptı" diye övündükleri Milli Eğitim Bakanlığı sistemi bir karne günü çöküyordu.
Kadıköy-Kabataş hattını vapurdan motora dönüştürdüklerinde geleneksel sürme iskelenin yanında sürme merdiven diye bir şey uydurdular ve bu tekerlekli yapıyı şu anda yerinde tutabilmek için altına takoz sıkıştırıyorlar. Üç ayrı boyda yaptıkları merdivenler alçalıp yükselen Marmara'nın seviyelerini hala karşılamıyor ve hemzemin olamıyor. Aynı şey yeni vapurları iskeleye yanaştırmak için iskeleleri rampa haline getirmelerinde de kendisini gösteriyor; yeni vapurlar başka türlü iskelelere yanaşamıyor.
Eskiden basit bir direk halindeki otobüs durakları reklam alınabilen iri yapılara dönüştürülürken kimse kaldırım boyundaki bu durakların yanında geçmek için yola atlamak gerekeceğini hesaplayamadı. Yerli üretim otobüslerin birçoğunda koltuk tasarlanırken insanların omuzu olduğu unutularak duvara sıfır tasarım yapılıyor. Vesaire vesaire.
Günlük hayatta karşılaştığım basit örnekleri yazmaya çalıştım. Rahat bir zamanda bunun 10 katı mühendislik rezaletini alt alta sıralayabilirim. Bunun en önemli nedeni, "ne olacak biz de yapabiliriz" diye yola çıkıp bakım/onarım maliyeti göklere ulaşan sistemler ortaya çıkarmak. Şunlardan ya da bunlardan olanlar dışındakiler bu alana giremez diye yazılı olan ya da olmayan kuralların oluşturulması.
Cüzdanda iken bazen okunmayan Mavi Kart'ımı cebimde taşımaya başlayınca kendi hatamla kırıp çalışamaz hale getirince hem zaman hem para olarak önemli kayba uğradım. Bu basit hatanın maliyeti, önce jeton arkasından İstanbul Kart, ona yapılan 20 liralık yükleme, merkeze gitme, yeni Mavi Kart derken 40 lira civarına geldi. Ayda 155 lira ödediğim bir alan için önemli bir yük. Görevlilerin bilgilendirme ve kart yenileme konusunda çok büyük destek aldım; teşekkür ederim ama bu nezaket benim hatamdan kaynaklanan ve bana yüklenen bakım/onarım maliyeti canımı yaktı. Bunu daha büyük sistemdeki aksaklıklar ile karşılaştırdığımda zararın çok yüksek olduğunu ama sistemin sahiplerinin bundan canının yanmadığını ve bunun için hiçbir şeyi önemsemediklerini düşünüyorum. Bedeli ne olursa olsun, bir hareket olması yeterli görülüyor. Böyle olunca da ortadan kalkan eski sistem ve sürdürülme maliyeti yüksek olan yeni sistem arasında sıkışıllıyor.
Hükümet bunu dolaylı dolaysız vergiden otopark ücretlerine kadar birçok kanaldan vatandaşın sırtına yükleyerek çözmeye çalışıyor ama bu mantık içinde ekonominin 2023 hedefleri doğrultusunda geçmesi gereken bir sonraki aşama olan değer yaratmadan uzaklaşaıyoruz. İşin bu tarafını daha sonra değerlendireceğim.
AKP'nin Türkiye'de yaptığı tam olarak bu oldu; statükoyu değiştirerek bunu sağladılar. Belirli kesimlerin kendilerine yönelik aptalca yaklaşımlar, belirli kesimlerin de açıkça siyasi ve ekonomik şiddet görmesi nedeniyle düşman olmasa da sahiplenme noktasından uzaklaştığı eski rejimin iler tutar yanının kalmaması AKP'nin bu sistemin üzerinden silindir gibi geçmesini sağladı.
Bu yapılırken eski sistemdeki aidiyet sisteminin yerini başka bir sosyal blokun aidiyet sistemi devraldı. Bu yorumu yaptığımda AKP'ye yakın olan arkadaşlarım "Ama AKP her kesimden insanı sokağa çıkaran adımları attı; bunu herkes için yaptı" diyorlardı. Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz.
Üstelik bu yapılırken fiyatların ve ücretlerin sabit kalması temelinde bir politika ile hareket edildi. Aynı iş için daha düşük ücret ya da zaman içinde eriyen ücret politikasının uygulanması ülkede garip bir ortam yarattı. Orta Asya'dan gelen bir arkadaşı balık lokantasında garson olarak görmeğe başladık ya da Rumeli Kavağı'nda balık lokantasında "deniz mi çiftlik mi" diye sorduğumuz eleman balığı dondurulmuş ambalajında getirip "ben bilemedim, bir bakın" dedi. Balık restoranları ile ilgili bu iki örnek hayatımın bu eksende yaşanmasından değil; muhafazakar hükümetin geleneksel olanı korumakta ne kadar aciz kaldığının anlaşılması için. Yoksa daha birçok örnek var.
Tempo'da çalışırken hangi partinin ne bilişim altyapısı var diye haber yaptığımızda en gelişmiş (ne yaptığını biliyor yorumunu yapabileceğimiz) yanıtlar AKP'den gelmişti. Rakipleri arasında "ne kullanıyorsunuz" sorusuna sunucunun arkasındaki konfigürasyonu yazıp gönderen bile vardı. Ama yıllar sonra "bir İmam Hatipli yaptı" diye övündükleri Milli Eğitim Bakanlığı sistemi bir karne günü çöküyordu.
Kadıköy-Kabataş hattını vapurdan motora dönüştürdüklerinde geleneksel sürme iskelenin yanında sürme merdiven diye bir şey uydurdular ve bu tekerlekli yapıyı şu anda yerinde tutabilmek için altına takoz sıkıştırıyorlar. Üç ayrı boyda yaptıkları merdivenler alçalıp yükselen Marmara'nın seviyelerini hala karşılamıyor ve hemzemin olamıyor. Aynı şey yeni vapurları iskeleye yanaştırmak için iskeleleri rampa haline getirmelerinde de kendisini gösteriyor; yeni vapurlar başka türlü iskelelere yanaşamıyor.
Eskiden basit bir direk halindeki otobüs durakları reklam alınabilen iri yapılara dönüştürülürken kimse kaldırım boyundaki bu durakların yanında geçmek için yola atlamak gerekeceğini hesaplayamadı. Yerli üretim otobüslerin birçoğunda koltuk tasarlanırken insanların omuzu olduğu unutularak duvara sıfır tasarım yapılıyor. Vesaire vesaire.
Günlük hayatta karşılaştığım basit örnekleri yazmaya çalıştım. Rahat bir zamanda bunun 10 katı mühendislik rezaletini alt alta sıralayabilirim. Bunun en önemli nedeni, "ne olacak biz de yapabiliriz" diye yola çıkıp bakım/onarım maliyeti göklere ulaşan sistemler ortaya çıkarmak. Şunlardan ya da bunlardan olanlar dışındakiler bu alana giremez diye yazılı olan ya da olmayan kuralların oluşturulması.
Cüzdanda iken bazen okunmayan Mavi Kart'ımı cebimde taşımaya başlayınca kendi hatamla kırıp çalışamaz hale getirince hem zaman hem para olarak önemli kayba uğradım. Bu basit hatanın maliyeti, önce jeton arkasından İstanbul Kart, ona yapılan 20 liralık yükleme, merkeze gitme, yeni Mavi Kart derken 40 lira civarına geldi. Ayda 155 lira ödediğim bir alan için önemli bir yük. Görevlilerin bilgilendirme ve kart yenileme konusunda çok büyük destek aldım; teşekkür ederim ama bu nezaket benim hatamdan kaynaklanan ve bana yüklenen bakım/onarım maliyeti canımı yaktı. Bunu daha büyük sistemdeki aksaklıklar ile karşılaştırdığımda zararın çok yüksek olduğunu ama sistemin sahiplerinin bundan canının yanmadığını ve bunun için hiçbir şeyi önemsemediklerini düşünüyorum. Bedeli ne olursa olsun, bir hareket olması yeterli görülüyor. Böyle olunca da ortadan kalkan eski sistem ve sürdürülme maliyeti yüksek olan yeni sistem arasında sıkışıllıyor.
Hükümet bunu dolaylı dolaysız vergiden otopark ücretlerine kadar birçok kanaldan vatandaşın sırtına yükleyerek çözmeye çalışıyor ama bu mantık içinde ekonominin 2023 hedefleri doğrultusunda geçmesi gereken bir sonraki aşama olan değer yaratmadan uzaklaşaıyoruz. İşin bu tarafını daha sonra değerlendireceğim.
7 Haziran 2013 Cuma
Mülkiyetten eyleme geçmek
Murat Bardakçı'nın bugünkü yazısında çok önemli bir ayrıntı yer alıyor. Şu anda internete yüklenmemiş olduğu için linkleyemediğim yazısında Bardakçı, "chapulling"in öncesinde İngilizceye geçmiş onlarca kelime bulunduğunu belirtirken bu yeni kelimenin "bir fiili ifade eden ilk sözcük" olarak öncülük ettiğini kaydediyor.
Bardakçı, her zaman aynı şeyi düşünmesem de Türkiye'de en güvenilir bulduğum yazarlardan biridir ve tarihe düştüğü bu kayda da mutlak doğru gözüyle bakıyorum. İşin beni ilgilendiren tarafı, Murat Bardakçı'dan Erich Fromm geçince ortaya çıkıyor. Bir dönem hayatımdaki sorunları anlamak için yoğun biçimde başvurduğum Fromm, yanılmıyorsam "Sahip Olmak ya da Olmak"ta mülkiyet ilişkileri ile dil arasındaki ilişkiye de değinir.
Hatırladığım kadarıyla Fromm, kapitalist ülkelerdeki dilin ağırlıkla şeylere verilen isimlerle zenginleştiğini ancak mülkiyet ilişkilerinin kapitalizm ekseninde şekillenmedği ülkelerde fiillerin ağırlık kazandırdığını yazar.
Bu konuda benim şansım tam bu kitabı okuduğum dönemde seçimleri izlemek üzere gittiğim Kıbrıs'ta bunun pratiğini görmem oldu. Kıbrıs'ta tanıştığım insanlar, örneğin "Onun arabası var" yerine "O araba sürer" şeklinde konuşuyorlardı. Daha bir çok örnek vardı ama şimdi hatırlamıyorum. "Paranızı biz veriyoruz, konuşmayın lan" tavrı içinde olduğumuz o halka dinlediğim hikayelerinin yanında bu deneyim nedeniyle de saygı duydum.
Chapulling'in bir fiil olarak uluslararası arenada yerini alması, benim açımdan ülkemi daha çok sevmemi sağlayan bir gelişme. Gezi daha şimdiden hayatımızı geri dönülmez bir biçimde değiştirir görünüyor. Bu aşamda profesyonellerin devreye girerek vizyon konusunda alternatifleri konuşmaya başlaması aynı derecede önem taşıyor.
Kentin sadece soluklanma değil; yaşar durumda kalma sorunu var. Finikülerin Kabataş çıkışındaki yürüyen merdiven bozulmasının üçüncü zafer haftasını kutlarken bunu görmeyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi taksilere park parası keseyim diye İspark'ını Setüstü'nden sonra bu tarafa da yığmış durumda. Halka açık olsa İspark hissesi alacağım; bu kadar tatlı para hiçbir yerde yok. İstanbul yapılıp sokağa atılan çocuklara benzer onlarca pratiği barındırıyor. Kaldırımı kapatan otobüs durakları, sütunun arkasına ya da yanlış yere konulan trafik ışıkları, trafiği hızlandırıyorum diye açılan tünellerin yönetilemez bir sistemi ortaya çıkarması...
Benim metrobüsüm diyenler övünedursun, bir sarhoş olmasa şu aklımıza gelmeyecekti: Ben niye burada bir metrobüsten inip diğerine binmek jorundayım? Metroda her akşam inmek için savaşırken binmek için gayret ediyoruz; neden? Gezi ve değerleri olmasaydı belki bu soruları da sormayacaktık.
Yıllar önce ABD'de Obama başkan seçildikten sonra bir toplantıda akışta kaymalar oluyordu. Genç görevliler kendi aralarında tartıştılar ve genç kız "Ama başkan yardımcısına bitir diyemeyiz ki" dedi. Çocuk da "Diyebiliriz" diye yanıt verdi (Obama'nın İngilizce olarak "Yes we can" sloganı ile).
Hepsini toplarsak Chapulling bir fiil olarak uluslararası arenada yerini alırlen içeride de yaşanan şunun görülmesidir: "Bu ülkenin insanları bu toparaklarda özgür, barış içinde ve onurları ile yaşar." Bizim parkımız demenin ötesine geçen sürecin işaret ettiği en önemli nokta budur.
Bardakçı, her zaman aynı şeyi düşünmesem de Türkiye'de en güvenilir bulduğum yazarlardan biridir ve tarihe düştüğü bu kayda da mutlak doğru gözüyle bakıyorum. İşin beni ilgilendiren tarafı, Murat Bardakçı'dan Erich Fromm geçince ortaya çıkıyor. Bir dönem hayatımdaki sorunları anlamak için yoğun biçimde başvurduğum Fromm, yanılmıyorsam "Sahip Olmak ya da Olmak"ta mülkiyet ilişkileri ile dil arasındaki ilişkiye de değinir.
Hatırladığım kadarıyla Fromm, kapitalist ülkelerdeki dilin ağırlıkla şeylere verilen isimlerle zenginleştiğini ancak mülkiyet ilişkilerinin kapitalizm ekseninde şekillenmedği ülkelerde fiillerin ağırlık kazandırdığını yazar.
Bu konuda benim şansım tam bu kitabı okuduğum dönemde seçimleri izlemek üzere gittiğim Kıbrıs'ta bunun pratiğini görmem oldu. Kıbrıs'ta tanıştığım insanlar, örneğin "Onun arabası var" yerine "O araba sürer" şeklinde konuşuyorlardı. Daha bir çok örnek vardı ama şimdi hatırlamıyorum. "Paranızı biz veriyoruz, konuşmayın lan" tavrı içinde olduğumuz o halka dinlediğim hikayelerinin yanında bu deneyim nedeniyle de saygı duydum.
Chapulling'in bir fiil olarak uluslararası arenada yerini alması, benim açımdan ülkemi daha çok sevmemi sağlayan bir gelişme. Gezi daha şimdiden hayatımızı geri dönülmez bir biçimde değiştirir görünüyor. Bu aşamda profesyonellerin devreye girerek vizyon konusunda alternatifleri konuşmaya başlaması aynı derecede önem taşıyor.
Kentin sadece soluklanma değil; yaşar durumda kalma sorunu var. Finikülerin Kabataş çıkışındaki yürüyen merdiven bozulmasının üçüncü zafer haftasını kutlarken bunu görmeyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi taksilere park parası keseyim diye İspark'ını Setüstü'nden sonra bu tarafa da yığmış durumda. Halka açık olsa İspark hissesi alacağım; bu kadar tatlı para hiçbir yerde yok. İstanbul yapılıp sokağa atılan çocuklara benzer onlarca pratiği barındırıyor. Kaldırımı kapatan otobüs durakları, sütunun arkasına ya da yanlış yere konulan trafik ışıkları, trafiği hızlandırıyorum diye açılan tünellerin yönetilemez bir sistemi ortaya çıkarması...
Benim metrobüsüm diyenler övünedursun, bir sarhoş olmasa şu aklımıza gelmeyecekti: Ben niye burada bir metrobüsten inip diğerine binmek jorundayım? Metroda her akşam inmek için savaşırken binmek için gayret ediyoruz; neden? Gezi ve değerleri olmasaydı belki bu soruları da sormayacaktık.
Yıllar önce ABD'de Obama başkan seçildikten sonra bir toplantıda akışta kaymalar oluyordu. Genç görevliler kendi aralarında tartıştılar ve genç kız "Ama başkan yardımcısına bitir diyemeyiz ki" dedi. Çocuk da "Diyebiliriz" diye yanıt verdi (Obama'nın İngilizce olarak "Yes we can" sloganı ile).
Hepsini toplarsak Chapulling bir fiil olarak uluslararası arenada yerini alırlen içeride de yaşanan şunun görülmesidir: "Bu ülkenin insanları bu toparaklarda özgür, barış içinde ve onurları ile yaşar." Bizim parkımız demenin ötesine geçen sürecin işaret ettiği en önemli nokta budur.
Etiketler:
chapull,
chapulling,
dil,
Erich Fromm,
fiil,
Gezi,
Gezi Park,
Gezi Parki,
isim,
kültür,
Murat Bardakçı,
onur,
özgürlük,
psikoloji,
sosyoloji,
vatandaş
1 Haziran 2013 Cumartesi
Husnu Ozyegin, subway and tear gas
The FT interview portraying the business style of Turkish businessman Husnu Ozyegin is something to be read if not on a day like this when the Turkish police is attacking young people with tear gas and pressured water. http://www.ft.com/intl/cms/s/0/143acf14-c308-11e2-9bcb-00144feab7de.html#axzz2UwwEV1f5
But maybe it is the other way around. The dialogue that impressed me the most about him happened to take place in the subway where the police loves to both block at the main station and shover people with tear gas at the previous station. One of the two men in dark blue suits was telling the story of how he and his son chose the appropriate university saying "We chose Ozyegin's university, mainly because of him. The man is a tradesman. He knows the business."
University and trade or financial matters were seen on the very opposite sides some 25 years ago while I was a student at the university and is still a matter not perfectly cleared.
"Did you talk to him" asked the other guy and the answer was "No, but I watched two videos."
The clue behind the success of Ozyegin -reported vey well on the FT article- is having not only the vision but also the means to achieve it which is an approach badly needed these days.
So it is good to read the article as Ataturk, the founder of the republic was reading diversified works preparing himself for the future during the hottest days of the War of Independence without losing the focus defined by current status.
I believe it would be better if we can start shaping new balances together with business people, professionals and Kurds notwithstanding the other social actors. I don't want to make a list. It is sufficient if I say housewives are more effective but those three groups are the ones to drive current transformation in their own ways.
So last but not least, I should say that I am more than unhappy to see that Gezi Park where I have a lot of memories be the center of such violence. But I also see that the place which already became a parking area for police vehicles and will not be abandoned by the prime minister taking into account the new owners of the hotels which became many in number at Talimhane just on the other side of the street require the shopping mall to receive the return on their investments.
The businessmen and professionals have to put the vision for Turkey so the main economic activity in Turkey will focus on adding value rather than earning money in ways harming the country. And we need the Kurds as they could survive the military coup in 1980 while we lost our identity and basic values. If these happen, I will be able to say that my country will last forever as Mr.Ozyegin tells about his university in the FT article.
But maybe it is the other way around. The dialogue that impressed me the most about him happened to take place in the subway where the police loves to both block at the main station and shover people with tear gas at the previous station. One of the two men in dark blue suits was telling the story of how he and his son chose the appropriate university saying "We chose Ozyegin's university, mainly because of him. The man is a tradesman. He knows the business."
University and trade or financial matters were seen on the very opposite sides some 25 years ago while I was a student at the university and is still a matter not perfectly cleared.
"Did you talk to him" asked the other guy and the answer was "No, but I watched two videos."
The clue behind the success of Ozyegin -reported vey well on the FT article- is having not only the vision but also the means to achieve it which is an approach badly needed these days.
So it is good to read the article as Ataturk, the founder of the republic was reading diversified works preparing himself for the future during the hottest days of the War of Independence without losing the focus defined by current status.
I believe it would be better if we can start shaping new balances together with business people, professionals and Kurds notwithstanding the other social actors. I don't want to make a list. It is sufficient if I say housewives are more effective but those three groups are the ones to drive current transformation in their own ways.
So last but not least, I should say that I am more than unhappy to see that Gezi Park where I have a lot of memories be the center of such violence. But I also see that the place which already became a parking area for police vehicles and will not be abandoned by the prime minister taking into account the new owners of the hotels which became many in number at Talimhane just on the other side of the street require the shopping mall to receive the return on their investments.
The businessmen and professionals have to put the vision for Turkey so the main economic activity in Turkey will focus on adding value rather than earning money in ways harming the country. And we need the Kurds as they could survive the military coup in 1980 while we lost our identity and basic values. If these happen, I will be able to say that my country will last forever as Mr.Ozyegin tells about his university in the FT article.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)