Etiketler

10 Mart 2014 Pazartesi

Zuckerberg’den ve Zuckerberg’e gelişmekte olan ülke dersleri


Facebook’un kurucusu olarak adlandırmaya alışık olduğumuz Mark Zuckerberg bugünlerde WhatsApp’e 3 milyar doları opsiyon olmak üzere 19 milyar dolarlık yatırım yapan kişi kimliği ile öne çıkıyor. Zuckerberg, Barcelona’da WhatsApp satın almasını tartışmalı fiyatını savunurken internetin yaygınlaştırılmasında değerin gösterilmesi için ücretsiz sunmanın önemli bir koz olduğunu da belirtti.

Zuckerberg’in Facebook tarafından geçen sene başlattığı internet.org inisiyatifinin (kurucu üyeler arasında Ericsson, Qualcomm ve Samsung da bulunuyor) devamı niteliğindeki yorumlarının ilgi çekici yanı, Filipinler ve Paraguay’daki bölgesel denemelerde operatörlerin iki ila dört ay içinde mobil veri abonelerinin sayısının iki katına çıktığını görmeleri şeklindeki açıklama oldu. Zuckerberg, müşterilerin tadını aldıklarından veri için para ödeyeceklerini ileri sürüyor.

Herkesin gözünü diktiği gelecek 1 milyar internet kullanıcısı ile ilgili bu çarpıcı açıklama, tutarlı olabilir ama gelişmekte olan ülkelerden bahsediyorsa buralarda yaşayanların da bu işe katkı sunmasında yarar var. Buradan o tarafa bakınca, bunun Platon filmi gibi bir açıklama olduğunu düşünüyorum. Platon ya da Müfreze, olaylar Vietnam’da geçmesine karşın ABD’nin içinde bir mahallede çekilse çok daha iyi olacağını düşündüğüm bir filmdi.

Accenture Türkiye Genel Müdürü Tolga Ulutaş ile geçen sene görüştüğümüzde, gelişmiş ülkelerdeki operatörlerin Facebbok gibi uygulamalardaki servislerin reklam gelirlerinden pay almak için bu şirketlerden ücret talep ettikleri; bu tür bir anlaşma olmadığında ise hızı düşürmek ya da reklam alanlarını karartmak gibi yollara başvurduklarını söylemişti.İkincisi zaten öldürücü ama internet üzerindeki trafiğin yüzde 60’ının videodan geldiği bir dönemde hızın sınırlanması da yeterince öldürücü olabilir. Dolayısıyla bu asıl olarak gelişmekte olan ülkelerden çok gelişmiş ülkelerdeki operatörlerin kalbini çalmak için yapılmış bir açıklamaya benziyor.

İkincisi gelişmekte olan ülke hikayelerini birkaç yıldır Afrika örnekleri ile dinliyorum. Burada başarılı olan mobil ödeme sistemleri Zuckerberg için bir turbo olabilir ama bunların tadılması da operatör desteğine gerek olamadan kendi kuralları ile daha önce ortaya çıkmıştı. Katırcıların köyleri dolaşırken ödeme işlerini de yanlarında taşıdıkları POS’larla offline ya da çevrimdışı olarak halletmeleri zaten harcıalem bir örnek oluşturuyordu. Mobilite sadece aradan katırcıları çıkardı. Zuckerberg’in sözlerini değerlendirirken bu ülkelerdeki “lazım değil kardeşim” yaklaşımını kırmak için tat vermekten fazlasını yapmak gerektiğini eklemek gerekiyor.

Gelişmekte olan ülke insanlarının en güçlü yanları olan ucuz ya da ücretsiz alternatif oluşturmayı kırmak için bu insanların para kazanacağı ekosistemler içine bu yeniliklerin monte edilmesi gerekiyor. Ücretsiz Wi-Fi bulup onun üzerinden Skype kullanmanın ya da kendisinin satın aldığı WhatsApp ile mesajlaşmanın cep telefonu ile konuşmaya göre özellikle gelişmekte olan ülkelerde ne kadar güçlü bir alternatif olduğu düşünülürse, gelişmekte olan ülkeleri örnek verirken daha dikkatli değerlendirme gereği görülüyor.

Yıllar önce yaşadığımız “MMS Devrimi” burada açıklayıcı rol üstlenebilir. Operatörler MMS kullanımının sıçramasına övgü dizerken, bunun servisin ücretsiz verilmesinden kaynaklandığı yüksek sesle ifade edilmiyordu. Sonra bunun gelir beklentisi olmayan bir müşteri sadakati uygulaması olduğu savunuldu. Ve coğrafya gözetmeyen Azrail rolündeki “servis kalitesi” ya da daha açık olarak telefonlar arasındaki uyumsuzluk başta olmak üzere bir dizi nedenle MMS’ler yerine ulaşmayınca bu dünya Kripton gibi yok oldu.

Toplumlar kendi içlerinde geliştirdikleri çözümleri uygulamaya koyarken gerekli olanakları kendilerine doğru çekmeyi başarırlar. Şu anda böyle bir dönemden geçiyorsak, Zuckerberg’in söylediklerine daha ılımlı yaklaşmakta mümkün. Ancak Bill Gates’in geçen sene FT’de yer alan röportajında bu ülkelerdeki insanlara çiçek aşısı ulaştırmanın onları internete bağlamaktan daha önemli olduğu yorumunu da aynı incelikle değerlendirme listesine eklemek gerekiyor. 

9 Mart 2014 Pazar

Andy Serwer in the age of social media

Andy Serwer, Managing Editor of Fortune Magazine, has been arguing or thinking aloud about the change including the one in media industry.  In the current issue of Fortune, he is discussing the issue again over the tie issue. He says wearing the tie is old school which is true.
One sentence about Brooks Brothers is a good lead for chasing the company, recently introducing itself to Turkey with Koc Group and it again is a tie story.
The tie equation in Turkey is as far as I can see, is a trend set by the bosses rather than the professionals and is more significant in those who ascend to new positions like angel investor. I believe the feeling is what my late father expressed as giving up the "halter of civilization". Wearing the tie for 23.5 years, he did not put it on again after he retired. It might be a quest to communicate with his children who gave up the tie afer highschool.
Talking to Michael Dell in Texas saying that he privatised his company to be sincere with people without the pressure of investors, the tie-less figure pictured the search for independence and freedom on my mind which also covers access.
That brings us to a big dilemma with Serwer's column. Googleing the aricle with the header "The tie is so old school" you can find it on CNNMoney; but only the beginning where you can actually get the data on tie sales. But the impressing part or let me put it like this the sensational part which suits social media is not public and subscription is required. http://money.cnn.com/2014/02/27/leadership/tie-old-school.pr.fortune/
The remaining part of the article is actually the part to socialize Serwer with his counterparts or peers and it is not free in the age of social media. It is like you can get the data on climate change for free while you have to pay for the testimonies of people who say they have headache. The men with no-tie don't think this is true.
The main problem with the new age is that we no longer can evaluate and which is crucial is not the valuable thing but the thing that people will pay for. They will either appreciate them as your leader and pay to be a part of the crowd- (sourcing, funding, etc.scheme) or you will become a follower who is not paid.
The details become more important than ever and I am unhappy that I could not share Serwer's article or opinion as to have a basis for my own impessions to be better comprehended.    

1 Aralık 2013 Pazar

Geri besleme enerjisi ve bir medya analizi


Paul Doany’nin metin mesajını aldığımda Chicago’da saat gece 11:00 civarındaydı. Türk Telekom’un eski CEO’su ve yeni kimliğiyle yatırımcı işadamı kendi yatırımlarından biri üzerinden yaptığım profillemesi için güzel sözcükler kullanıyordu. En hoşuma giden, profesyonelce yapılmış bir çalışma olduğunu yazması oldu. Ancak bu mesajın ardından ben o çalışmayı o kadar profesyonelce bulmuyorum.

Liderlik konusunu biraz daha derin işlemesi ve Paul’un güne kaçta başladığı gibi detayları da içermesi gerekiyormuş. Ben daha önce bir şey yazmayı sürekli “planlarken”, şu anda saat gece yarısına yakın zamanda klavyenin başında yazı yazıyorum.

Diğer konu ise şu: Türkiye saatiyle 7:00 civarında mesaj atan birinin saat kaçta kalktığı ve güne nasıl başladığı haberde yer alması gereken bir konuymuş ama bu konuda yeterli istihbarata sahip olmamam bu konuyu sorgulamamı engellemiş. Gelecek sefere demekten başka bir şansım yok ki bu, Fortune kuralları ile bir seneden uzun bir süreye karşılık düşüyor. Sadece basılı yayına bağlı kaldığımda, Paul’den aldığım, yatırımlarının sayısının 15’e ulaştığı istihbaratını da paylaşmak için bu süreyi beklemek gerekecekti –internet olmasaydı. (Kalanı kağıt üzerine basılı olarak Fortune Türkiye’nin Aralık sayısında yer alıyor)

İstihbarat konusu çevrimiçi medya kullanımı ile çok yakından ilgili. Bu dönüşümü görmek için başka sektörlere bakmak kolaylık sağlıyor. En önemlisi finans sektöründe, üç aylık ve yıllık raporlamanın yanında gerçek zamanlı raporlamanın başlamış olması. Parayı kaybettikten sonra rapor yazmanın anlamı olmadığını anlamaları güzel ama medyanın da elde ettiği enformasyonun benzer özellikte olduğunu anlaması gerekiyor.

Yıllar önce PCWorld ve Macworld dergilerinin yayın yönetmeni olarak çalışırken İngilizce Macworld’ün yayın yönetmeni cesur bir hareket yapıp ayın başında düzenlenen Macworld Expo’nun içeriğini çevrimiçi mecralarında paylaşmıştı. Etkinliğe katılan herkesin gördüklerini yazdığı bir ortamda “güvenilen dergi” de olsanız içeriği bir ay bekletmenizin bir anlamı yoktu. Ancak sonuç bir yenilgi değil, gelen geri besleme ile daha iyi bir dergi içeriğinin ortaya çıkarılması oldu.

Benzer bir aksiyonu son dönemde, kurduğu bin kişilik uzman ağı ve dergiyi baş ürün yöneticisine (Chief Product Officer-CPO) emanet ederek İngilizce Forbes yaptı. Kapaklarını bile ağlarında yer alan kişilere yazdırdıkları oldu ama bu işin kontrolünü dışarı devretmeyi getirmedi. Kaliteden içerideki yapılanma sorumlu.

Şu anda Türkiye’de başarılı bir dergi yaratmak için, ağ oluşturma yeteneği ile sadece habercilikte değil, analiz yapabilme konusunda da uzman bir ekibi bir araya getirmek gerekiyor. Bu, maliyetin biraz yükselmesi anlamına gelebilir ama beraberinde bir münhasırlık ve kendisine özel alan yaratma şansını getirecektir. İngilizce Fortune’da yer alan ve Fortune Türkiye’nin de kullandığı iki sayfalık analiz, internet ile birlikte gücün nasıl dağıtım kanalından içeriğe geçtiğini gösteriyor. Bugün sadece Google araçlarını kullanarak abonelik ve açık tarafları olana bir medya grubu oluşturmak mümkün; video tarafı da dahil olarak.

Ağ tarafına gelince, Warren Buffett ve Bill Gates üzerinden yürüyen “servetlerin yarısını bağışlama planı” tartışmasında Financial Times (FT) ve Fortune arasında yaşanan atışmada gelinen nokta doğru sonucu açık bir biçimde ortaya koyuyor. FT, Buffett’ın briç ve Gates’in kahve arkadaşı olarak yapılan gazeteciliğin gazetecilik olmadığını savunmuştu. Bugün gelinen noktada bu suçlama düşmüş görünüyor. FT’de Amazon CEO’su Jeff Bezos’u, toplantılarından önce yarım saat boyunca rapor okuma alışkanlığı ve eşinin kendisini günlük alması gereken hapları çoraplarının içine yerleştirerek seyahate gönderdiğine kadar yakından tanıma vurgusu yapan köşe yazısını gördüm. Rahmetli babamın dediği gibi “aklın yolu bir”: bir çevreye dahil olmak için söyleneni sorgulamadan yazmak dışında ilgili çevrenin içine girmekte herhangi bir sorun görünmüyor.

Bezos demişken, Paul’ün kendisini çok yakından takip ettiğini ekleyerek kapatayım. Mobilexpress bilgilendirmesinin yapıldığı öğle yemeğinde Bezos’un satın aldığı Washington Post ile ilgileneceği için diğer işlerine zaman ayıramayacağı mesajına değinen Paul, “Ne yapıyor biliyor musun? Zamanını harcıyor. Yapması gereken eski bir şeyi satın alıp ona yeni bir şekil vermeye çalışmak değil, tamamen yeni bir şey kurmaktı. Ben olsam böyle yapardım; istediğim adamları seçer onlarla işi kurardım” diyor. Ancak bu sadece beyin jimnastiği ve medyaya yatırım planını içermiyor.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Simit


Sürekli yaptığım üzere simit almaya fırına gittiğim cumartesi günü sıcacık simitleri üzerlerindeki bol susamla görünce dayanamadım bizim fırıncı arkadaşa “Siz susamı tıraşlamadınız mı” diye sordum. Utandı. “Yok abi, olur mu öyle şey” dedi. Esnaf duyarlılığını dikkate almadan çok sallapati konuşmuş hissettim kendimi, ben de rahatsız oldum, çıktım dükkandan. Beş on adım gittikten sonra geri döndüm; “Şu maliyetlerin nasıl arttığını bana bir anlatsana? Rakamları biliyor musun” dedim.

“Bilmem mi abi” dedi, “Geçen sene unu 41-42 liraya alıyorduk (50 kg’lık paket olduğunu Milliyet’ten öğrendim) şimdi 55 lira; susamın kilosu 4,5 liraydı, şimdi 9 lira” dedi. Doğalgaz ve petrol fiyatındaki artışın kendi işlerine getirdiği yükü atladı. Ben söyleyince üzerine çalışanlara altı ayda bir küçük de olsa yaptıkları zammı ekledi.

Maliyetlerdeki bu artış ve rakamlar yakın bir biçimde Milliyet’in 27 Kasım tarihli nüshasında Arif Balkan imzasıyla yer alan haberde de yer alıyor. İthalata dayalı hale gelmenin etkilerinden kaynaklanan hafif bir sitem söz konusu olsa da sert yapılmamış. Ama mesele rakamlar değil; mesele muhafazakarcılık oynarken mesleki değerlerini muhafaza etmeye çalışanların canını çıkaracak kararların rahatça alınabilmesi.

Adam simitin susamını eksik koyma ifadesinden utanacak kadar esnaf, diğer taraf aldığı ürüne namusu gibi bakan üreticisinin ne halde olduğunu önemsemiyor. Tüccar kafası, her şeyi yurtdışından alalım üzerine kar koyalım para kazanalım diye çalışıyor. Sonuç, ancak iyi simiti ortadan kaldırarak ucuz simiti ortaya çıkarabilen bir sistem.

Hükümet de bu işlerle hiç ilgisi yokmuş gibi bir kenarda duruyor. Ancak iş sadece simitle ilgili olmayan bir kötü yönetim örneği. İlaç sektöründe fiyat belirleyici otorite ve en önemli alıcı olan hükümet, ülkenin lider ilaç üreticisi Abdi İbrahim’in patronu Nezih Barut’u kötü hammadde uyarısında bulunmaya zorluyor. 2 liranın altına fikslenen kurdaki oynama sektörü vurunca çözüm maliyetleri aşağı çekici önlemlerde aranıyor. Hükümet bir sorun görmüyor.

İstanbul’da Mavi Kart kullanıcısı olarak dört beş ay önce 155 liraya 200 kontör alırken şu anda çaktırmadan bu rakam 180’e çekilmiş durumda. Ücretteki artışa girmiyorum bile. Onu fikslerken kendi giderini oluşturan bu alanda fiksleme gereği görmüyor siyasi iktidar.

Bakın mesele üç beş meselesi değildir; ülkede namusuyla iş yapmaya çalışan insanlar dışında bir noktaya vurmayacak hale gelen düzendir.

Simit fırınları daha önce de vergi konusuyla gündeme gelmişti. Simitçilerin sattığı simidin vergisini toplama derdine düşen Maliye Bakanlığı, tek tek simitçileri vergi mükellefi yapmak zor, “fırınlar onlardan tahsil edip toplu olarak bize ödesin” gibi yaratıcı bir formülü tartışmaya açmıştı. Bu ilk anda normal gibi görünebilir ama 2013 Türkiyesi’nde hala telekom operatörlerine geçici deprem vergisi, telsiz vergisi gibi kalemleri tahsil edip toplu olarak kendisine aktartan bir siyasi iktidar varken bu o kadar masum görünmüyor.

Ama dediğim gibi, en ağır bedel Türkiye’nin insanını yaptığı işten gurur duymayacak veya gurur duyacağı işi yapamayacak hale getirmektir. İnsan bu şekilde erozyona uğradığında, sorunu çözecek mekanizmaların da ortadan kalktığını maalesef yaşayarak görüyoruz.    

30 Eylül 2013 Pazartesi

Girişimcinin yolu da İstanbul'dan geçiyor ama bu, İstanbul sürdürülebilir demek değil

Bu ara İstanbul ile bağlantılı birçok şey ile karşılaşıyorum; Allah'ın hikmeti herhalde. Dün İstanbullu olmak üzere Murathan Mungan eksenli bir yazı yazmıştım. Bugün, Financial Times gazetesinin okumak için koparıp kenara koyduğum sayfasındaki değişim yaratan girişimci haberinde yine İstanbul çıktı. http://www.ft.com/intl/cms/s/0/942a3122-2507-11e3-9b22-00144feab7de.html#axzz2gNmeyFPq (doğrudan ulaşamıyorsanız arama motoruna aşağıdaki adı yazıp erişebiliyorsunuz)

"Disrupters in the right place at the right time" adlı makalede ya da daha iyisi hikayede, Polonya'da Nowy Styl (Yeni Stil) adlı şirketi kuran Krzanowski kardeşlerin 2012'de 317 milyon doları bulan ve bu sene yüzde 20 büyüyen işi kurmadan once İstanbul'dan bavul ticareti yaptıklarını anlatıyor. Jeans ve deri mont dolu iki valizle yapılan her seyahat 200 dolar bırakıyormuş; anne babaları ayda 20 dolara çalışırken. Yani bu işin bu kadar büyümesinde bizim de payımız var sayılır.
Ancak bu, İstanbul'un imparatorluk başkenti ya da Lale Devri'ndeki gibi bölgenin ticari başkenti olduğu anlamına gelmiyor. Yıllar önce sohbet ettiğim bir taksi şoförü asıl işinin bu olmadığını söylediğinde asıl işinin ne olduğunu sormuştum. "Deri işi yapıyordum" demişti. "Niye bıraktın?" deyince de "Ruslardan çok iyi para kazanıyorduk. Dahasını kazanmaya kalkıp onları kazıklamaya çalıştık. Onlar da ülkelerine fabrika kurdular" dedi.
Krzanowski kardeşlerin hikayesinde bu boyut da var mı bilmiyorum ama elinde 25 Eylül tarihli FT olanlar, bahsettiğim yazının hemen üzerindeki köşe yazısına baktıklarında şirketlerdeki yöneticilerin büyük olmalarından kaynaklanan yüksek kar marjı ile iş yapma güçlerinin yarattığı körlükle nasıl sürdürülebilir olmayan sistemlere meylettiklerini anlatıyor. Bizim basın camiasında kimi zaman dalga geçilen kimi zaman da para getiren içerik işine döndüğü için tapılan sürdürülebilirlik konusunda çok da iyi olmayan karnemiz, her iki yabancı yazıyı da değerli kılıyor.
Verilmeye çalışılan yeni şekli ile sürdürülebilir olmaktan çoktan uzaklaşmış durumda. İBB Başkanı Kadir Topbaş'ın BM'de konuışmasının bile değiştiremeyeceği bu gerçeği, Taksim'de metroda S şeklinde turnike yerleştirmeye kadar dahiyane buluşları ile günlük hayatın içine yığılmış örnekler (istenirse listeyi geliştirebilirim) sürdürülemezlik konseptinin muhteşem örnekleri. 
Aklımızı başımıza toplar ve sadece İstanbul'a ihtirasla odaklanmamış bir ekonomi politikasını uygularsak, zirvelerde birbirimizi kandırmaya gerek kalmadan çok daha iyi bir yarını inşa etmek mümkün olabilir. Bu, çiçeklerine ve balıklarına kadar uzanacak bir Istanbul sevgisinin de zemini olabilir ya da İstanbul'u sevmek ancak bu şekilde mümkündür.
Bunun yolu ise, insanların gelir düzeylerini şişirme rakamlarla değil gerçek anlamda değer yaratarak artırmaktan ve belirli konularda dünya lideri haline gelmekten geçiyor. Burada da Adam Krzanowski'nin "Yaptığımız işi Çin'den yapmak mümkün değil" sözleri strateji belirlemede giriş olarak değer taşıyor.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Murathan Mungan ile İstanbul’un çiçekleri ve balıkları

Murathan Mungan’ın Kadından Kentler’ini okuyorum ve bu sabah çok sık yapmadığım bir şey yaptım. Ezberlemeye oturdum, İstanbul’un çiçeklerinin hangi sırada açtığını. Çok kolay olmadı. İTÜ’de tiyatro yaptığımız dönem dışında ezberde çok iyi değilimdir; onu da bağlantı kurarak ve yaşayarak becermiştim. Çiçekler konusunda da aynı yöntemi takip etmeye karar verdim ama bu benim için sadece ayrı bir idrak noktası oldu. Ben bu çiçekleri bilmiyordum ki, çıkış tarihlerini ezberleyeydim.

O zaman Mehmet Yılmaz’a gıpta ettim. Hürriyet’in köşe yazarının baharla beraber başlayan değinmeleri bende olmayan bir şeydi. Ömrümüz olursa gelecek sene o yazılar başladığında elime fotoğraf makinesini alıp –cep telefonu da olabilir- bu çiçekleri tariflerinden bulup fotoğraflayacağım. O zaman unutmam.

Ama Murathan Mungan’ın yaşayan ile ilgili algısını nasıl çalarım bilmiyorum. Biz, İstanbul’u elimizden çalıp öldürmelerine kadar bu şehri tanımayı başaramamış bir kuşağız. Şehir son anlarını yaşarken bunun farkına varmak daha acı verici çünkü geçmişte yapmadıklarınızı yapamayacağınızı anlıyorsunuz. Bu, ölümsüzlük hissinin yitirilmesi gibi bir şey. Belki de mitolojide anlatılan, tenrı özelliğini yitirme bundan ibarettir.

Murathan etkisi bunun tam ters yönünde. Yaşayana dikkat çekilmesi, ayrı bir güven vermekle kalmıyor, ölümsüzlüğü de yeniden kazandırıyor; insana olmasa da değerlere. Sezen Aksu’nun, konserinde bir Müslüm Gürses şarkısı söyledikten sonra Murathan Mungan’ın Müslüm Baba’yı yaşarken keşfetmiş olmasına vurgu yapması, bu etkinin bir başka boyutunu ortaya koyuyor. Evdeki Orhan Veli şiirleri kasedini söyleyen Müşfik Kenter ne kadar ölü acaba?

Dün Tuncel Kurtiz’in ölüm haberi geldikten sonraki iki saatte yaşadıklarım resmin iki tarafındaki karakterler arasında düşündüğümden uzun mesafe olduğunu gösterdi. Çevremdeki bir yönetici, “kimdi o” diye sordu; şoförü “Ramiz Dayı” dedi, çalışanı “Ezel’de oynuyordu” dedi. Arabada birkaç “şey değil miydi” lafı dolandı. Anlamadı; reklam sektörü ile ilgili olduğu için “Ziraat Türkiye Kupası’nın sesi” dedim; “ha” diye yanıtladı. “Yaşlı mıydı” dedi, “Yılmaz Güney’in arkadaşıymış. Hesapla artık” dedim.
İş yerinde döndüğümde yemek servisi yapan arkadaş “Tuncel Kurtiz ölmüş abi” dedi. “Sen nereden tanıyorsun Tuncel Kurtiz’i?” dedim; “Ezel de oynuyordu. İyi adamdı. Allah rahmet eylesin” dedi. “Allah rahmet eylesin” dedim. Ben Tuncel Kurtiz’i ilk olarak Ferhan Şensoy’un “Çok Tuhaf Soruşturma”sında izlemiş ve farkı fark etmiştim. Yaşarken daha fazla tanışmadım ama kendisini çok övdüm. Belki Murathan Mungan’da daha fazlası vardır. Şimdilik ben İstanbul’un çiçeklerinin açma sırasından fazla bir bilgiye haiz değilim. O da şöyle: “Mimoza, erguvan, mor salkım, leylak, hanımeli, gül, ortanca, ıhlamur”. (Kitaptan kontrol ettim, doğru yazmışım.) Balıkları da öğrenince yazarım.

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Yağdan nane şekerine Dünya Barış Günü

Şükrü Kızılot'un geçen hafta Hürriyet'te yer alan "Nane şekeri aldım, her tarafım elektronik oldu" başlıklı yazısı güler misin ağlar mısın türünden. Aynı zamanda Türkiye'de kamunun neden bilişim projelerine liderlik etmemesi ya da kendisini dev aynasında görmemesi gerektiği ile ilgili iyi bir örnek.
Hürriyet'in aynı sayfasındaki diğer iki haberden biri çocukların cep telefonları üzerinden kontrol edilmesi; manşet ise Türkiye'nin sosyal ağlardaki kişilere ait bilgiyi talep etmesi ile ilgili. Tam bir Vajinismus halinde olan kontrol manyaklığı vakası ile karşı karşıyayız.
Bilişim dünyasını yeterince yüzüne gözüne bulaştırmayı başaran yönetici erkin diğer yandan da Türkiye'ye bilişim yatırımı çekmeye çalışması ya da Türkiye'nin kendisinin bilgi ekonomisine geçmesini savunması şu anda bu komediyi sağlıyor. Ancak işler aslında o kadar komik değil.
Bu yeteneksizlik kötü niyet ile birleştiğinde ya da sadece kötü niyet kendi çıkarları için bu mekanizmalardan faydalanmaya başladığında ortaya çıkacak hasarı engelleyecek bir güç bu ülkede bulunmuyor. Nane şekerine bugün gülebiliriz ama ülkeyi tek renge boyamak isteyenlerin kepenk yağlayan düşük gelir grubundan gayrimüslimleri zeytinyağı tüccarı sayarak büyük borçlar çıkardığı Varlık Vergisi döneminin üzerinden geçen süre 100 yılı bulmadı.
Dünya Barış Günü'nü kutlarken enayi mekanizmaları ortadan kaldırmanın ne kadar önemli olduğunu idrak etmemizde yarar var. Yoksa sandık demokrasisi ile Pandora'nın kutusu arasında gidip gelirken kendimize gülecek halimiz kalmayacak.