Etiketler

1 Aralık 2013 Pazar

Geri besleme enerjisi ve bir medya analizi


Paul Doany’nin metin mesajını aldığımda Chicago’da saat gece 11:00 civarındaydı. Türk Telekom’un eski CEO’su ve yeni kimliğiyle yatırımcı işadamı kendi yatırımlarından biri üzerinden yaptığım profillemesi için güzel sözcükler kullanıyordu. En hoşuma giden, profesyonelce yapılmış bir çalışma olduğunu yazması oldu. Ancak bu mesajın ardından ben o çalışmayı o kadar profesyonelce bulmuyorum.

Liderlik konusunu biraz daha derin işlemesi ve Paul’un güne kaçta başladığı gibi detayları da içermesi gerekiyormuş. Ben daha önce bir şey yazmayı sürekli “planlarken”, şu anda saat gece yarısına yakın zamanda klavyenin başında yazı yazıyorum.

Diğer konu ise şu: Türkiye saatiyle 7:00 civarında mesaj atan birinin saat kaçta kalktığı ve güne nasıl başladığı haberde yer alması gereken bir konuymuş ama bu konuda yeterli istihbarata sahip olmamam bu konuyu sorgulamamı engellemiş. Gelecek sefere demekten başka bir şansım yok ki bu, Fortune kuralları ile bir seneden uzun bir süreye karşılık düşüyor. Sadece basılı yayına bağlı kaldığımda, Paul’den aldığım, yatırımlarının sayısının 15’e ulaştığı istihbaratını da paylaşmak için bu süreyi beklemek gerekecekti –internet olmasaydı. (Kalanı kağıt üzerine basılı olarak Fortune Türkiye’nin Aralık sayısında yer alıyor)

İstihbarat konusu çevrimiçi medya kullanımı ile çok yakından ilgili. Bu dönüşümü görmek için başka sektörlere bakmak kolaylık sağlıyor. En önemlisi finans sektöründe, üç aylık ve yıllık raporlamanın yanında gerçek zamanlı raporlamanın başlamış olması. Parayı kaybettikten sonra rapor yazmanın anlamı olmadığını anlamaları güzel ama medyanın da elde ettiği enformasyonun benzer özellikte olduğunu anlaması gerekiyor.

Yıllar önce PCWorld ve Macworld dergilerinin yayın yönetmeni olarak çalışırken İngilizce Macworld’ün yayın yönetmeni cesur bir hareket yapıp ayın başında düzenlenen Macworld Expo’nun içeriğini çevrimiçi mecralarında paylaşmıştı. Etkinliğe katılan herkesin gördüklerini yazdığı bir ortamda “güvenilen dergi” de olsanız içeriği bir ay bekletmenizin bir anlamı yoktu. Ancak sonuç bir yenilgi değil, gelen geri besleme ile daha iyi bir dergi içeriğinin ortaya çıkarılması oldu.

Benzer bir aksiyonu son dönemde, kurduğu bin kişilik uzman ağı ve dergiyi baş ürün yöneticisine (Chief Product Officer-CPO) emanet ederek İngilizce Forbes yaptı. Kapaklarını bile ağlarında yer alan kişilere yazdırdıkları oldu ama bu işin kontrolünü dışarı devretmeyi getirmedi. Kaliteden içerideki yapılanma sorumlu.

Şu anda Türkiye’de başarılı bir dergi yaratmak için, ağ oluşturma yeteneği ile sadece habercilikte değil, analiz yapabilme konusunda da uzman bir ekibi bir araya getirmek gerekiyor. Bu, maliyetin biraz yükselmesi anlamına gelebilir ama beraberinde bir münhasırlık ve kendisine özel alan yaratma şansını getirecektir. İngilizce Fortune’da yer alan ve Fortune Türkiye’nin de kullandığı iki sayfalık analiz, internet ile birlikte gücün nasıl dağıtım kanalından içeriğe geçtiğini gösteriyor. Bugün sadece Google araçlarını kullanarak abonelik ve açık tarafları olana bir medya grubu oluşturmak mümkün; video tarafı da dahil olarak.

Ağ tarafına gelince, Warren Buffett ve Bill Gates üzerinden yürüyen “servetlerin yarısını bağışlama planı” tartışmasında Financial Times (FT) ve Fortune arasında yaşanan atışmada gelinen nokta doğru sonucu açık bir biçimde ortaya koyuyor. FT, Buffett’ın briç ve Gates’in kahve arkadaşı olarak yapılan gazeteciliğin gazetecilik olmadığını savunmuştu. Bugün gelinen noktada bu suçlama düşmüş görünüyor. FT’de Amazon CEO’su Jeff Bezos’u, toplantılarından önce yarım saat boyunca rapor okuma alışkanlığı ve eşinin kendisini günlük alması gereken hapları çoraplarının içine yerleştirerek seyahate gönderdiğine kadar yakından tanıma vurgusu yapan köşe yazısını gördüm. Rahmetli babamın dediği gibi “aklın yolu bir”: bir çevreye dahil olmak için söyleneni sorgulamadan yazmak dışında ilgili çevrenin içine girmekte herhangi bir sorun görünmüyor.

Bezos demişken, Paul’ün kendisini çok yakından takip ettiğini ekleyerek kapatayım. Mobilexpress bilgilendirmesinin yapıldığı öğle yemeğinde Bezos’un satın aldığı Washington Post ile ilgileneceği için diğer işlerine zaman ayıramayacağı mesajına değinen Paul, “Ne yapıyor biliyor musun? Zamanını harcıyor. Yapması gereken eski bir şeyi satın alıp ona yeni bir şekil vermeye çalışmak değil, tamamen yeni bir şey kurmaktı. Ben olsam böyle yapardım; istediğim adamları seçer onlarla işi kurardım” diyor. Ancak bu sadece beyin jimnastiği ve medyaya yatırım planını içermiyor.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Simit


Sürekli yaptığım üzere simit almaya fırına gittiğim cumartesi günü sıcacık simitleri üzerlerindeki bol susamla görünce dayanamadım bizim fırıncı arkadaşa “Siz susamı tıraşlamadınız mı” diye sordum. Utandı. “Yok abi, olur mu öyle şey” dedi. Esnaf duyarlılığını dikkate almadan çok sallapati konuşmuş hissettim kendimi, ben de rahatsız oldum, çıktım dükkandan. Beş on adım gittikten sonra geri döndüm; “Şu maliyetlerin nasıl arttığını bana bir anlatsana? Rakamları biliyor musun” dedim.

“Bilmem mi abi” dedi, “Geçen sene unu 41-42 liraya alıyorduk (50 kg’lık paket olduğunu Milliyet’ten öğrendim) şimdi 55 lira; susamın kilosu 4,5 liraydı, şimdi 9 lira” dedi. Doğalgaz ve petrol fiyatındaki artışın kendi işlerine getirdiği yükü atladı. Ben söyleyince üzerine çalışanlara altı ayda bir küçük de olsa yaptıkları zammı ekledi.

Maliyetlerdeki bu artış ve rakamlar yakın bir biçimde Milliyet’in 27 Kasım tarihli nüshasında Arif Balkan imzasıyla yer alan haberde de yer alıyor. İthalata dayalı hale gelmenin etkilerinden kaynaklanan hafif bir sitem söz konusu olsa da sert yapılmamış. Ama mesele rakamlar değil; mesele muhafazakarcılık oynarken mesleki değerlerini muhafaza etmeye çalışanların canını çıkaracak kararların rahatça alınabilmesi.

Adam simitin susamını eksik koyma ifadesinden utanacak kadar esnaf, diğer taraf aldığı ürüne namusu gibi bakan üreticisinin ne halde olduğunu önemsemiyor. Tüccar kafası, her şeyi yurtdışından alalım üzerine kar koyalım para kazanalım diye çalışıyor. Sonuç, ancak iyi simiti ortadan kaldırarak ucuz simiti ortaya çıkarabilen bir sistem.

Hükümet de bu işlerle hiç ilgisi yokmuş gibi bir kenarda duruyor. Ancak iş sadece simitle ilgili olmayan bir kötü yönetim örneği. İlaç sektöründe fiyat belirleyici otorite ve en önemli alıcı olan hükümet, ülkenin lider ilaç üreticisi Abdi İbrahim’in patronu Nezih Barut’u kötü hammadde uyarısında bulunmaya zorluyor. 2 liranın altına fikslenen kurdaki oynama sektörü vurunca çözüm maliyetleri aşağı çekici önlemlerde aranıyor. Hükümet bir sorun görmüyor.

İstanbul’da Mavi Kart kullanıcısı olarak dört beş ay önce 155 liraya 200 kontör alırken şu anda çaktırmadan bu rakam 180’e çekilmiş durumda. Ücretteki artışa girmiyorum bile. Onu fikslerken kendi giderini oluşturan bu alanda fiksleme gereği görmüyor siyasi iktidar.

Bakın mesele üç beş meselesi değildir; ülkede namusuyla iş yapmaya çalışan insanlar dışında bir noktaya vurmayacak hale gelen düzendir.

Simit fırınları daha önce de vergi konusuyla gündeme gelmişti. Simitçilerin sattığı simidin vergisini toplama derdine düşen Maliye Bakanlığı, tek tek simitçileri vergi mükellefi yapmak zor, “fırınlar onlardan tahsil edip toplu olarak bize ödesin” gibi yaratıcı bir formülü tartışmaya açmıştı. Bu ilk anda normal gibi görünebilir ama 2013 Türkiyesi’nde hala telekom operatörlerine geçici deprem vergisi, telsiz vergisi gibi kalemleri tahsil edip toplu olarak kendisine aktartan bir siyasi iktidar varken bu o kadar masum görünmüyor.

Ama dediğim gibi, en ağır bedel Türkiye’nin insanını yaptığı işten gurur duymayacak veya gurur duyacağı işi yapamayacak hale getirmektir. İnsan bu şekilde erozyona uğradığında, sorunu çözecek mekanizmaların da ortadan kalktığını maalesef yaşayarak görüyoruz.    

30 Eylül 2013 Pazartesi

Girişimcinin yolu da İstanbul'dan geçiyor ama bu, İstanbul sürdürülebilir demek değil

Bu ara İstanbul ile bağlantılı birçok şey ile karşılaşıyorum; Allah'ın hikmeti herhalde. Dün İstanbullu olmak üzere Murathan Mungan eksenli bir yazı yazmıştım. Bugün, Financial Times gazetesinin okumak için koparıp kenara koyduğum sayfasındaki değişim yaratan girişimci haberinde yine İstanbul çıktı. http://www.ft.com/intl/cms/s/0/942a3122-2507-11e3-9b22-00144feab7de.html#axzz2gNmeyFPq (doğrudan ulaşamıyorsanız arama motoruna aşağıdaki adı yazıp erişebiliyorsunuz)

"Disrupters in the right place at the right time" adlı makalede ya da daha iyisi hikayede, Polonya'da Nowy Styl (Yeni Stil) adlı şirketi kuran Krzanowski kardeşlerin 2012'de 317 milyon doları bulan ve bu sene yüzde 20 büyüyen işi kurmadan once İstanbul'dan bavul ticareti yaptıklarını anlatıyor. Jeans ve deri mont dolu iki valizle yapılan her seyahat 200 dolar bırakıyormuş; anne babaları ayda 20 dolara çalışırken. Yani bu işin bu kadar büyümesinde bizim de payımız var sayılır.
Ancak bu, İstanbul'un imparatorluk başkenti ya da Lale Devri'ndeki gibi bölgenin ticari başkenti olduğu anlamına gelmiyor. Yıllar önce sohbet ettiğim bir taksi şoförü asıl işinin bu olmadığını söylediğinde asıl işinin ne olduğunu sormuştum. "Deri işi yapıyordum" demişti. "Niye bıraktın?" deyince de "Ruslardan çok iyi para kazanıyorduk. Dahasını kazanmaya kalkıp onları kazıklamaya çalıştık. Onlar da ülkelerine fabrika kurdular" dedi.
Krzanowski kardeşlerin hikayesinde bu boyut da var mı bilmiyorum ama elinde 25 Eylül tarihli FT olanlar, bahsettiğim yazının hemen üzerindeki köşe yazısına baktıklarında şirketlerdeki yöneticilerin büyük olmalarından kaynaklanan yüksek kar marjı ile iş yapma güçlerinin yarattığı körlükle nasıl sürdürülebilir olmayan sistemlere meylettiklerini anlatıyor. Bizim basın camiasında kimi zaman dalga geçilen kimi zaman da para getiren içerik işine döndüğü için tapılan sürdürülebilirlik konusunda çok da iyi olmayan karnemiz, her iki yabancı yazıyı da değerli kılıyor.
Verilmeye çalışılan yeni şekli ile sürdürülebilir olmaktan çoktan uzaklaşmış durumda. İBB Başkanı Kadir Topbaş'ın BM'de konuışmasının bile değiştiremeyeceği bu gerçeği, Taksim'de metroda S şeklinde turnike yerleştirmeye kadar dahiyane buluşları ile günlük hayatın içine yığılmış örnekler (istenirse listeyi geliştirebilirim) sürdürülemezlik konseptinin muhteşem örnekleri. 
Aklımızı başımıza toplar ve sadece İstanbul'a ihtirasla odaklanmamış bir ekonomi politikasını uygularsak, zirvelerde birbirimizi kandırmaya gerek kalmadan çok daha iyi bir yarını inşa etmek mümkün olabilir. Bu, çiçeklerine ve balıklarına kadar uzanacak bir Istanbul sevgisinin de zemini olabilir ya da İstanbul'u sevmek ancak bu şekilde mümkündür.
Bunun yolu ise, insanların gelir düzeylerini şişirme rakamlarla değil gerçek anlamda değer yaratarak artırmaktan ve belirli konularda dünya lideri haline gelmekten geçiyor. Burada da Adam Krzanowski'nin "Yaptığımız işi Çin'den yapmak mümkün değil" sözleri strateji belirlemede giriş olarak değer taşıyor.

28 Eylül 2013 Cumartesi

Murathan Mungan ile İstanbul’un çiçekleri ve balıkları

Murathan Mungan’ın Kadından Kentler’ini okuyorum ve bu sabah çok sık yapmadığım bir şey yaptım. Ezberlemeye oturdum, İstanbul’un çiçeklerinin hangi sırada açtığını. Çok kolay olmadı. İTÜ’de tiyatro yaptığımız dönem dışında ezberde çok iyi değilimdir; onu da bağlantı kurarak ve yaşayarak becermiştim. Çiçekler konusunda da aynı yöntemi takip etmeye karar verdim ama bu benim için sadece ayrı bir idrak noktası oldu. Ben bu çiçekleri bilmiyordum ki, çıkış tarihlerini ezberleyeydim.

O zaman Mehmet Yılmaz’a gıpta ettim. Hürriyet’in köşe yazarının baharla beraber başlayan değinmeleri bende olmayan bir şeydi. Ömrümüz olursa gelecek sene o yazılar başladığında elime fotoğraf makinesini alıp –cep telefonu da olabilir- bu çiçekleri tariflerinden bulup fotoğraflayacağım. O zaman unutmam.

Ama Murathan Mungan’ın yaşayan ile ilgili algısını nasıl çalarım bilmiyorum. Biz, İstanbul’u elimizden çalıp öldürmelerine kadar bu şehri tanımayı başaramamış bir kuşağız. Şehir son anlarını yaşarken bunun farkına varmak daha acı verici çünkü geçmişte yapmadıklarınızı yapamayacağınızı anlıyorsunuz. Bu, ölümsüzlük hissinin yitirilmesi gibi bir şey. Belki de mitolojide anlatılan, tenrı özelliğini yitirme bundan ibarettir.

Murathan etkisi bunun tam ters yönünde. Yaşayana dikkat çekilmesi, ayrı bir güven vermekle kalmıyor, ölümsüzlüğü de yeniden kazandırıyor; insana olmasa da değerlere. Sezen Aksu’nun, konserinde bir Müslüm Gürses şarkısı söyledikten sonra Murathan Mungan’ın Müslüm Baba’yı yaşarken keşfetmiş olmasına vurgu yapması, bu etkinin bir başka boyutunu ortaya koyuyor. Evdeki Orhan Veli şiirleri kasedini söyleyen Müşfik Kenter ne kadar ölü acaba?

Dün Tuncel Kurtiz’in ölüm haberi geldikten sonraki iki saatte yaşadıklarım resmin iki tarafındaki karakterler arasında düşündüğümden uzun mesafe olduğunu gösterdi. Çevremdeki bir yönetici, “kimdi o” diye sordu; şoförü “Ramiz Dayı” dedi, çalışanı “Ezel’de oynuyordu” dedi. Arabada birkaç “şey değil miydi” lafı dolandı. Anlamadı; reklam sektörü ile ilgili olduğu için “Ziraat Türkiye Kupası’nın sesi” dedim; “ha” diye yanıtladı. “Yaşlı mıydı” dedi, “Yılmaz Güney’in arkadaşıymış. Hesapla artık” dedim.
İş yerinde döndüğümde yemek servisi yapan arkadaş “Tuncel Kurtiz ölmüş abi” dedi. “Sen nereden tanıyorsun Tuncel Kurtiz’i?” dedim; “Ezel de oynuyordu. İyi adamdı. Allah rahmet eylesin” dedi. “Allah rahmet eylesin” dedim. Ben Tuncel Kurtiz’i ilk olarak Ferhan Şensoy’un “Çok Tuhaf Soruşturma”sında izlemiş ve farkı fark etmiştim. Yaşarken daha fazla tanışmadım ama kendisini çok övdüm. Belki Murathan Mungan’da daha fazlası vardır. Şimdilik ben İstanbul’un çiçeklerinin açma sırasından fazla bir bilgiye haiz değilim. O da şöyle: “Mimoza, erguvan, mor salkım, leylak, hanımeli, gül, ortanca, ıhlamur”. (Kitaptan kontrol ettim, doğru yazmışım.) Balıkları da öğrenince yazarım.

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Yağdan nane şekerine Dünya Barış Günü

Şükrü Kızılot'un geçen hafta Hürriyet'te yer alan "Nane şekeri aldım, her tarafım elektronik oldu" başlıklı yazısı güler misin ağlar mısın türünden. Aynı zamanda Türkiye'de kamunun neden bilişim projelerine liderlik etmemesi ya da kendisini dev aynasında görmemesi gerektiği ile ilgili iyi bir örnek.
Hürriyet'in aynı sayfasındaki diğer iki haberden biri çocukların cep telefonları üzerinden kontrol edilmesi; manşet ise Türkiye'nin sosyal ağlardaki kişilere ait bilgiyi talep etmesi ile ilgili. Tam bir Vajinismus halinde olan kontrol manyaklığı vakası ile karşı karşıyayız.
Bilişim dünyasını yeterince yüzüne gözüne bulaştırmayı başaran yönetici erkin diğer yandan da Türkiye'ye bilişim yatırımı çekmeye çalışması ya da Türkiye'nin kendisinin bilgi ekonomisine geçmesini savunması şu anda bu komediyi sağlıyor. Ancak işler aslında o kadar komik değil.
Bu yeteneksizlik kötü niyet ile birleştiğinde ya da sadece kötü niyet kendi çıkarları için bu mekanizmalardan faydalanmaya başladığında ortaya çıkacak hasarı engelleyecek bir güç bu ülkede bulunmuyor. Nane şekerine bugün gülebiliriz ama ülkeyi tek renge boyamak isteyenlerin kepenk yağlayan düşük gelir grubundan gayrimüslimleri zeytinyağı tüccarı sayarak büyük borçlar çıkardığı Varlık Vergisi döneminin üzerinden geçen süre 100 yılı bulmadı.
Dünya Barış Günü'nü kutlarken enayi mekanizmaları ortadan kaldırmanın ne kadar önemli olduğunu idrak etmemizde yarar var. Yoksa sandık demokrasisi ile Pandora'nın kutusu arasında gidip gelirken kendimize gülecek halimiz kalmayacak.   

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Değerini bilmek

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, yıl sonu için kur tahmini yaparak finans köşe yazarlarının her sene yaptığı ve genellikle bir sonraki yılın başında da neden tahminlerinin tutmadığını anlattığı ya da bu konuya hiç değinmeyip bir sonraki yılın tahminini yaparak yola devam ettiği sisteme dahil oldu. Bu kendi bileceği bir şeydir. Ancak açıklamalarına bakılırsa bir şeyin değerini bilmesi gerekiyor.
Türkiye Avrupa Birliği'ne girmiş olsaydı, bu kadar rahat gazel atmak mümkün olmayacaktı. Bu çok değerli bir avantajdır ve örneğin krizden kırılan Yunanistan'daki mevkidaşının elinde bu tür bir rahatlık sağlayıcı silah yoktur. Bazı şeylerin değerini bilmek gerekir.
Doların değeri konusunda da aklımda paralel sorular vardı. Başbakanın 2'yi geçmesin demesinin dışında 1,92 ve altı hedefinin doğru değerleme olduğunu söyleyen ne var? Büyük şirketlerin açık pozisyonlarınn riskini daha önce yazmıştım ve zaten ikinci çeyrek bilançolarında realize oldu. Şimdi faizdeki yükselişin etkisini görmeyi bekliyoruz.
Benim beklediğim başka bir şey daha var. Biz ülkemizde yaşayan insanların daha mutlu olması için bu değerleri nerede tutmalıyız sorusunun tartışılması. Çok fazla ses çıkarmamıza rağmen bu konulardan çok haberdar değiliz. Çıkarımızın nerede olduğunu bilmeden sallanıp duruyoruz. Çıkar derken bir siyasi ya da ticari gruba yaslanıp nemalanmanın dışında gelişime bağlı olarak refah seviyesinin artmasını kastediyorum. Bir değişimi...
Türkiye'de iktidar ve muhalefeti ile bütün yönetici elitin bunun değerini bilmesi gerekiyor. Çünkü onların sürümden kazanmaya dayanan politikası Türkiye'de her şeyin ucuzlamasını getiriyor. Bunun sonun başlangıcı olduğunu hissediyordum ama Ege Cansen'in bugünkü (28 Ağustos 2013) yazısı "Fiyatlandırma" konuyu sistematik olarak algılamayı sağlıyor. http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24601050.asp
Ege Bey bir süredir kafayı taktığım değer yaratma ve değerleme konusuna sağlam bir bakış açısı sunuyor. "Son Söz"ünü buraya aktarıyorum -süper- "Liste fiyatı bir şakadır" Galiba bizim için giderek eşşek şakasına dönüşüyor.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Öylesine bir öykü: Sepsis

Çok fazla dua eden biri değildi ve “Allahım, onunn nasıl öldüğünü bana malum eyle” diye dua ettiğinde kendi kendisine şaşırmadan edemedi. Bu dili o mu kullanmıştı. Ara sıra Krom’a dua etmenin dışında yaptığı bir şey değildi bu ve Conan’ın tanrısına edilen dua sadece “Bana yardım et yoksa benim tanrım değilsin” şeklindeydi; malum eylemek garipti, nerden gelmişti bilmiyordu. Tıpkı bu garip yolculuğun “sepsis”i keşfetmesi ile başlayacağını bilmediği gibi.

Vikipedi’de kısa bir araştırma açık adı septisemi olan bu kan zehirlenmesinin kana bakteri ya da toksin karışması tanımını veriyordu. İnanılmaz çok biçimde ortaya çıkabiliyordu sepsis: Deri üstündeki bir yarada mikrop kapma sonucu enfeksiyon oluşması, bir apsenin patlayarak iltihabın kana karışması, boğaz enfeksiyonu (sözgelimi difteri), bağırsak iltihabı (tifo gibi), akciğer enfeksiyonu (zatürree gibi), idrar yolları enfeksiyonu sonucu. Seç, beğen, al…

Hayat hikayesi ise haber bültenindeki basit bir uzman görüşü kadar: “Septisemi yerel değildir, kontrol altına alınmazsa bütün bedene yayılır. Septisemiye neden olan bakteri bedene çeşitli yollarla girebilir: sözgelimi diş çekiminden sonra, açık bir yara ya da iç organlardaki bir enfeksiyon yoluyla. Normal olarak akyuvarlar bakteriye karşı koyarlar ama bakteriler akyuvarların direnme gücünü aşacak kadar çoğalırlarsa septisemiyle bedene yayılırlar. Bu ya başka bir hastalık nedeniyle zayıf düşmüş bir bedende ya da sağlıklı bir kişide güçlü bir organizma tarafından yaratılabilir. Septisemi belirtileri ateş, şok, ayakta duramayacak kadar halsizlikle birlikte kan basıncının ansızın düşmesidir. Hasta kendini çok kötü hisseder, komaya girer ve ölebilir.”

Komik… Zaman zaman aklıma geldikçe kendi kendime gülüyorum. Böyle ölen birinin hayat hikayesi ne kadar anlamsızlaşıyordur kim bilir. Ya da doktorun hastanede “kan değerleri çok kötü” derken ne kastettiğini anlamak için bu kadarını bilmek yeterlidir. Her şey anlam kazanır ama biz genellikle “nasıl oldu” ya da “konuşuyor mu” gibi soruların peşinde koşarken bunları gözden kaçırırız. Bizim için önemli olan iletişim kurmaktır. Olaylara hakim olmak isteriz. Bu, anlamaya çalışmaya göre çok daha rahat bir yöntemdir. Bunu anlamak acı verir ve ağlamak çoğunlukla bu acıyı almaz. Kendi kendime ağlamaya çalışırken yakalanıyorum. “Ben seninle iletişim kurmaya çalışıyorum; sen bana hiçbir şey anlatmıyorsun.”

Bir avukat arkadaşıma misafirliğe gidiyoruz; insanların birbirlerinden boşandıklarında ne elde edeceklerini öğrenmek için avukatlarla saatlerce konuştuklarını öğrenip şaşırıyorum. Boşanmada 40 yaşını aşan kadınlara sağlanan ek imkanları bu kadar çok insanın bilmesine şaşırıyorum. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Sepsis içime yayılıyor; bir yalan bir diğerini doğururken kendi kendime gülüyorum. Yakalanıyorum. “Anlat bana” diyorlar; bilmiyorum ki ne anlatayım.

Aklım yıllar öncesine gidiyor. Babam misafirlikte tavla oynuyor; biz izliyoruz. Babamın kaybetmesini istiyorum. Neden bilmiyorum. Diğer oynayan İstanbul Teknik Üniversiteli. Sevdiğim bütün abiler oralı. Babam sıkışıyor; zarla konuşmaya başlıyor. İyi zar geliyor; kazanıyor. “Gördün mü” diyor bana, hiçbir anlamı olmadan. Sepsis’ini görüyor; yapabileceği bir şey yok.

Kendi kendime gülüyorum… Anlat diyorlar. Kendi kendime ağlıyorum… Anlat diyorlar. Herşeyi öğrenmek için gösterilen bu çabanın hiçbir şeyi anlamamak demek olduğunu görmüyorlar. Anlatılmak ve anlamak birbirinden çok uzak iki şeydir aslında.

“Yetmez ama Allah belasını versin” ülkesindekiler bunu çok iyi bilirler. Bir dua ne için edilir, onu bilmezler; malum olsun diyedir dualar ve en iyisi sepsisi anlamaya kadar götürendir. Yolculuk orada bitmez; hasta “multi organ malfunction” sonucunda ölürken aslında yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Beden sağlıklı olmaya çalışırken artık kendi enfeksiyonlu organlarını düşman gibi görmeye ve onlara saldırmaya başlar. Artık “Sepsis” denebilecek nokta aşılmıştır; “Sayın Septisomi”dir o. Ancak bilmediği, hasta ile beraber kendisinin de öldüğüdür. Bunu en iyi kadınlar anlar. Bu kadar büyük bir bağlılığı olduğu kadar bu kadar büyük bir nefreti de ancak kadınlar örebilir.   

25 Temmuz 2013 Perşembe

Kur ve faiz oyunundaki riskler

Düşük kur politikasının büyüsüne kapılarak açık pozisyonda kalan büyük şirketlerin bu riski gerçekleşmeye başlayan zararlar ile teorik bir tartışmanın ötesine geçmiş görünüyor. Daha önce yaptığım değerlendirmede, Fortune Türkiye 500 toplantısında 2012’nin bu ciddi riskinin döviz ve faizde ciddi hareket olmamasına bağlı olarak zarar vermeden yılı kapattığı dile getirilmişti.
Aradan geçen zamanda bu tablo değişip kur ve faiz yükselince şirketlerin bilançolarında bu risklerin zarar olarak yansıması görülmeye başlaması dikkat çekiyor. Komik durum ise, iyi birer reklam veren olan telekomünikasyon şirketlerinin bilanço açıklamalarını vermeme şansı bulunmayan medya kuruluşlarının Türk Telekom’un karını yazma biçimiyle ortaya çıktı. Gazeteler Türk Telekom’un satışlarının altı aylık dönemde yüzde 5,8 artışla bir yıl önceki 6,141 milyar liralık düzeyinden 6,501 milyar liraya yükseldiğini yazarken ikinci çeyrek karında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 55’lik düşüşün nedenine değinmemeyi tercih etmişlerdi.
Radikal’deki “Telekom’u kur çarptı” haberi bunun istisnasıydı ve sonunda altı aylık net karın neden bir önceki yıldaki 1,401 milyar liradan 807 milyon liraya gerilediğini anlayabiliyorduk. “TL'nin değer kaybı ağırlıklı olarak dolar, euro ve yenden oluşan döviz borçları olan Türk Telekom'un ikinci çeyrekte kârını %55,5 azalttı” spotu yeterince açıklayıcıydı. (http://www.radikal.com.tr/ekonomi/telekomu_kur_carpti-1142397)
Daha açıklayıcı bir ifade ise, haberin içinde yer alıyordu: “Türk Telekom tarafından yapılan açıklamaya göre, şirketin net finansman giderleri TL’nin dolar ve euro karşısındaki değer kaybı nedeniyle ikinci çeyrekte 445 milyon lira oldu. Şirketin net finansman giderleri geçen yılın aynı döneminde 21 milyon lira düzeyindeydi. Türk Telekom’un ağırlıklı dolar, euro ve Japon Yeni’nden oluşan döviz cinsi borçları, TL’deki değer kaybına hassasiyet taşıyor ve oluşan finansman giderleri net kârı aşağı çekiyor.”
Türk Telekom, Fortune 500 listesinde Türkiye’nin en karlı şirketi olarak yer alıyor ve dolayısıyla asıl olarak karlılık boyutuyla incelenmesi gerekiyor. Habere ilk bakışta, Finansal Forum’dan arkadaşım Oktay Özdabakoğlu’nun işi olduğunu anladım. Yıllar geçtiği için telefonunu kaybetmişim, buldum aradım.
“İyi yakalamışsın” dedim. “Bir şey yakalamadım. Bültende vardı; KAP’a yaptıkları açıklamada daha fazla ayrıntı da var” dedi.
“Münferit mi” ikinci sorumdu. “Yok” dedi “Doların haziranı 1,93’ten kapatmasının şirketlerin bilançosuna yansıması 17 milyar lira zarar olacak. Yazdım; internette çok rahat bulabilirsin” dedi. Buldum: (http://www.radikal.com.tr/ekonomi/kur_zarari_17_milyar_tl-1140831)
“Faizin etkisi görülmeye başladı mı” soruma yanıtı ise, “Henüz değil ama yeni ticari krediler üzerinden etkisi ekim ayında görülmeye başlar” dedi.
Konuyu daha derinlemesine incelemek için Mustafa Sönmez’in Heinrich Böll Stiftung’un dergisine yaptığı makro değerlendirmeden faydalanmakta yarar var. 1980 sonrası süreci ele alan Sönmez, 1980-2002 döneminde 35 milyar dolar dış kaynak giren Türkiye’ye 2003-2012 yılları arasında 400 milyar dolar dış kaynak girişi gerçekleştiğini ancak 1980-2012 dönemindeki dış kaynak girişinin yüzde 92’sinin gerçekleştiği AKP iktidarı döneminde bu döneme ait büyümenin sadece yüzde 48’inin gerçekleştiğini kaydediyor. Sönmez, kaynak girişine ihtiyaç duyulmayan dönemlerde bile gelen bu dış kaynağın kabul edilerek rezerve konulduğunu ve bu sayede düşük tutulan kur üzerinden ekonomi politikalarının kurgulandığını yazıyor. Benim geçen seneden gelen risk olarak gördüğüm ve Sönmez’in açıklamaları ile kafamda netleşen tablo, doların değerinin yükselmesinin sadece doların değerinin yükselmesi değil, bütün bir ekonomi kurgusunu sarsan bir gelişme olduğunu ortaya koyuyor. (http://www.tr.boell.org/web/111-1696.html) Korkarım, bu konuya yeniden değinmek zorunda kalacağım.

28 Haziran 2013 Cuma

Fortune Türkiye 500'ün düşündürdükleri

Fortune Türkiye 28 Haziran'da Türkiye'nin 500 büyük şirketini açıklarken uzun süren bir çabanın meyvelerini servis etmiş oldu. Her sene gerçekleştirilen bu özenli çalışma iyi bir veri tabanını önümüze koyuyor. Elde veri olduktan sonra doğru yorumları yapmak ve aksiyonları almak mümkün oluyor. Naksan haberinin dergide yer alması bunun iyi bir örneği ve beni mutlu eden gelişmelerden biri oldu.
Dupont'un Avrupa'da iki tane bulunan ve plastiğe kesintisiz baskı yapabilen, zamanının 1 milyon euro'luk makinelerinden birini elinde bulunduran Naksan'ın bu makine ile yapacaklarını yazmak bana nasip olmamıştı. Avrupa pazarındaki bu güçlü varlığına ABD'de Walt Disney başta olmak üzere daha güçlü bir zemin ekleme hedefi doğrultusunda attığı adım beni heyecanlandırmıştı. Aynı heyecanı paylaşamadık: Gaziantep deyince Sanko ve Konukoğlu'na kilitlenen düşünüşe kurban gitti benim haber. Neyse ki yine Nakıpoğulları'nın Zirve Üniversitesi projesini, öğrencilerine Macbook dağıtması temasıyla ve bunun için Apple bölge yöneticilerinin üniversiteyi ziyarete gelmesini ekleyerek yazabildim. Fortune Türkiye'nin ilk olarak Gaziantep'te toplantı düzenlediğinde ilk olarak Fortune Türkiye 500'e verilerini veren Naksan'ı keşfedip haber yapması listenin gücünü ve beni memnun etmek de dahil daha fazlasını gösteren iyi bir örnek.
Bir diğer önemli nokta bugün ile ilgili önemli değerlendirmelerin de gün yüzüne çıkması oldu. İktisatçı kafasından uzak bir analiz yapmak için klavyenin karşısına oturmama neden olan, Fortune Türkiye'nin editörlerinden biri olarak basın toplantısına katılma fırsatını bulmuş olmam. Şirketlerin özellikle kendilerini rakipleri ile kıyaslamasını sağlayan bu sıralama, benim için artık iş analitiği ile birlikte anılan büyük verinin iyi bir örneğini oluşturuyor. İyi analiz edilirse, çok iyi olabilir;kötü analiz fıkraya çevirir.
Bizim elektronik mühendisliğinde sıkça anlatılan fıkradır: Bir grup mühendis balonla seyahate çıkmışlar, fırtınaya yakalanınca kendilerini bilmedikleri bir yerde bulmuşlar. Aşağıda biri terasta kahve içiyor. Fırtına sonrasının tespiti için adama "neredeyiz" diye sorarlar ve "tam evimin üstündesiniz" yanıtını alırlar. Karşılıkları "Matematikçi misiniz" olur ve "nereden anladınız" diye sorar terastaki adam. "Söylediğiniz tamamen doğru ama hiçbir işe yaramıyor" der mühendisler.
İyi analiz bütün bu verilere girmeden önce Fortune Türkiye'nin iş ortağı Finar'ın salondaki reklam panosundaki "ölçülebilir riskleri alın" sloganına bakmayı gerektiriyor. Bu panonun ışığında verilere bakıldığında, bazı şeylere daha fazla dikkat ediyorsunuz: büyük şirketlerin açık pozisyonları ve döviz ile faizin oynaklaşmamasına bağlı olarak 2012'de bunun risk oluşturmaması ilgi çekici bir konu oluşturuyor. Bu denge değişirse ne olur sorusu akla geliyor.
Dergiyi alanların açıkça göreceği gibi Fortune 500 şirketlerinin net karı yüzde 26,5 artarken bunda 2011'de yüzde 80'e yakın artan finansal giderlerin 2012'de yüzde 35 kadar düşmesinin etkisi büyük. Mesele burada ne kadar daha gidilebilecek yer olduğu.
Bir diğer veri olan kar, hükümetin Turkcell ile ilgili tasarruflarının nasıl olacağı konusunda bir fikir veriyor. Tüpraş'ın ciro başarısı önemli ama Türk Telekom'un birinciliğini koruduğu net kar listesinde Turkcell ikinci sırada. Ciro olarak bunların üç katı civarında olan Tüpraş, burada ancak üçüncü sırada yer alıyor.
İnsanın içini acıtan ise, bu kadar bilgi ekonomisi bilmemneden bahseden Türkiye'nin en büyük 10 şirketinden yedi tanesinin petrol ve enerji sektörlerinden gelmesi. Bu, yumuşak becerileri (soft skills) ile global medyada tanıtım yapmaya çalışan Türkiye'nin bambaşka bir ülke olduğunu gösteriyor.
Benim ilk aşamada süzdüğüm bunlar. Finar'ın sloganına geri dönersek, "ölçülebilir riskleri alın" demek benim mühendis kafamla ya riskleri ölçün ve bunları alın önünüzde büyük fırsatlar var anlamına gelir ya da risklerinizin farkında değilsiniz, aldığınız riskleri ölçün demektir. Ben çıkardığım sonuçlarla yetinip bu konuyu sloganın sahibine bırakmayı tercih ediyorum.

26 Haziran 2013 Çarşamba

AKP'nin geldiği noktadaki mesele

Bu yazıya karar vermem, FT'de tekstil sektörü üzerinden yazılan bir Oxfam yazısının spotunu görmem ile oldu. Yoksa arkadaşlarımla tartışmak benim için yeterli olmuştu. Oxfam'ın etik ticaret başkanı Rachel Wilshaw, "Giyim endüstrisi kadınlara toplumsal statü kazandırdı, kadınlar evlerinden çıktı. Bunu şeytanileştirmemek gerekiyor" diyor.
AKP'nin Türkiye'de yaptığı tam olarak bu oldu; statükoyu değiştirerek bunu sağladılar. Belirli kesimlerin kendilerine yönelik aptalca yaklaşımlar, belirli kesimlerin de açıkça siyasi ve ekonomik şiddet görmesi nedeniyle düşman olmasa da sahiplenme noktasından uzaklaştığı eski rejimin iler tutar yanının kalmaması AKP'nin bu sistemin üzerinden silindir gibi geçmesini sağladı.
Bu yapılırken eski sistemdeki aidiyet sisteminin yerini başka bir sosyal blokun aidiyet sistemi devraldı. Bu yorumu yaptığımda AKP'ye yakın olan arkadaşlarım "Ama AKP her kesimden insanı sokağa çıkaran adımları attı; bunu herkes için yaptı" diyorlardı. Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz.
Üstelik bu yapılırken fiyatların ve ücretlerin sabit kalması temelinde bir politika ile hareket edildi. Aynı iş için daha düşük ücret ya da zaman içinde eriyen ücret politikasının uygulanması ülkede garip bir ortam yarattı. Orta Asya'dan gelen bir arkadaşı balık lokantasında garson olarak görmeğe başladık ya da Rumeli Kavağı'nda balık lokantasında "deniz mi çiftlik mi" diye sorduğumuz eleman balığı dondurulmuş ambalajında getirip "ben bilemedim, bir bakın" dedi. Balık restoranları ile ilgili bu iki örnek hayatımın bu eksende yaşanmasından değil; muhafazakar hükümetin geleneksel olanı korumakta ne kadar aciz kaldığının anlaşılması için. Yoksa daha birçok örnek var.
Tempo'da çalışırken hangi partinin ne bilişim altyapısı var diye haber yaptığımızda en gelişmiş (ne yaptığını biliyor yorumunu yapabileceğimiz) yanıtlar AKP'den gelmişti. Rakipleri arasında "ne kullanıyorsunuz" sorusuna sunucunun arkasındaki konfigürasyonu yazıp gönderen bile vardı. Ama yıllar sonra "bir İmam Hatipli yaptı" diye övündükleri Milli Eğitim Bakanlığı sistemi bir karne günü çöküyordu.
Kadıköy-Kabataş hattını vapurdan motora dönüştürdüklerinde geleneksel sürme iskelenin yanında sürme merdiven diye bir şey uydurdular ve bu tekerlekli yapıyı şu anda yerinde tutabilmek için altına takoz sıkıştırıyorlar. Üç ayrı boyda yaptıkları merdivenler alçalıp yükselen Marmara'nın seviyelerini hala karşılamıyor ve hemzemin olamıyor. Aynı şey yeni vapurları iskeleye yanaştırmak için iskeleleri rampa haline getirmelerinde de kendisini gösteriyor; yeni vapurlar başka türlü iskelelere yanaşamıyor.
Eskiden basit bir direk halindeki otobüs durakları reklam alınabilen iri yapılara dönüştürülürken kimse kaldırım boyundaki bu durakların yanında geçmek için yola atlamak gerekeceğini hesaplayamadı. Yerli üretim otobüslerin birçoğunda koltuk tasarlanırken insanların omuzu olduğu unutularak duvara sıfır tasarım yapılıyor. Vesaire vesaire.
Günlük hayatta karşılaştığım basit örnekleri yazmaya çalıştım. Rahat bir zamanda bunun 10 katı mühendislik rezaletini alt alta sıralayabilirim. Bunun en önemli nedeni, "ne olacak biz de yapabiliriz" diye yola çıkıp bakım/onarım maliyeti göklere ulaşan sistemler ortaya çıkarmak. Şunlardan ya da bunlardan olanlar dışındakiler bu alana giremez diye yazılı olan ya da olmayan kuralların oluşturulması.
Cüzdanda iken bazen okunmayan Mavi Kart'ımı cebimde taşımaya başlayınca kendi hatamla kırıp çalışamaz hale getirince hem zaman hem para olarak önemli kayba uğradım. Bu basit hatanın maliyeti, önce jeton arkasından İstanbul Kart, ona yapılan 20 liralık yükleme, merkeze gitme, yeni Mavi Kart derken 40 lira civarına geldi. Ayda 155 lira ödediğim bir alan için önemli bir yük. Görevlilerin bilgilendirme ve kart yenileme konusunda çok büyük destek aldım; teşekkür ederim ama bu nezaket benim hatamdan kaynaklanan ve bana yüklenen bakım/onarım maliyeti canımı yaktı. Bunu daha büyük sistemdeki aksaklıklar ile karşılaştırdığımda zararın çok yüksek olduğunu ama sistemin sahiplerinin bundan canının yanmadığını ve bunun için hiçbir şeyi önemsemediklerini düşünüyorum. Bedeli ne olursa olsun, bir hareket olması yeterli görülüyor. Böyle olunca da ortadan kalkan eski sistem ve sürdürülme maliyeti yüksek olan yeni sistem arasında sıkışıllıyor.
Hükümet bunu dolaylı dolaysız vergiden otopark ücretlerine kadar birçok kanaldan vatandaşın sırtına yükleyerek çözmeye çalışıyor ama bu mantık içinde ekonominin 2023 hedefleri doğrultusunda geçmesi gereken bir sonraki aşama olan değer yaratmadan uzaklaşaıyoruz. İşin bu tarafını daha sonra değerlendireceğim.

7 Haziran 2013 Cuma

Mülkiyetten eyleme geçmek

Murat Bardakçı'nın bugünkü yazısında çok önemli bir ayrıntı yer alıyor. Şu anda internete yüklenmemiş olduğu için linkleyemediğim yazısında Bardakçı, "chapulling"in öncesinde İngilizceye geçmiş onlarca kelime bulunduğunu belirtirken bu yeni kelimenin "bir fiili ifade eden ilk sözcük" olarak öncülük ettiğini kaydediyor.
Bardakçı, her zaman aynı şeyi düşünmesem de Türkiye'de en güvenilir bulduğum yazarlardan biridir ve tarihe düştüğü bu kayda da mutlak doğru gözüyle bakıyorum. İşin beni ilgilendiren tarafı, Murat Bardakçı'dan Erich Fromm geçince ortaya çıkıyor. Bir dönem hayatımdaki sorunları anlamak için yoğun biçimde başvurduğum Fromm, yanılmıyorsam "Sahip Olmak ya da Olmak"ta mülkiyet ilişkileri ile dil arasındaki ilişkiye de değinir.
Hatırladığım kadarıyla Fromm, kapitalist ülkelerdeki dilin ağırlıkla şeylere verilen isimlerle zenginleştiğini ancak mülkiyet ilişkilerinin kapitalizm ekseninde şekillenmedği ülkelerde fiillerin ağırlık kazandırdığını yazar.
Bu konuda benim şansım tam bu kitabı okuduğum dönemde seçimleri izlemek üzere gittiğim Kıbrıs'ta bunun pratiğini görmem oldu. Kıbrıs'ta tanıştığım insanlar, örneğin "Onun arabası var" yerine "O araba sürer" şeklinde konuşuyorlardı. Daha bir çok örnek vardı ama şimdi hatırlamıyorum. "Paranızı biz veriyoruz, konuşmayın lan" tavrı içinde olduğumuz o halka dinlediğim hikayelerinin yanında bu deneyim nedeniyle de saygı duydum.
Chapulling'in bir fiil olarak uluslararası arenada yerini alması, benim açımdan ülkemi daha çok sevmemi sağlayan bir gelişme. Gezi daha şimdiden hayatımızı geri dönülmez bir biçimde değiştirir görünüyor. Bu aşamda profesyonellerin devreye girerek vizyon konusunda alternatifleri konuşmaya başlaması aynı derecede önem taşıyor.
Kentin sadece soluklanma değil; yaşar durumda kalma sorunu var. Finikülerin Kabataş çıkışındaki yürüyen merdiven bozulmasının üçüncü zafer haftasını kutlarken bunu görmeyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi taksilere park parası keseyim diye İspark'ını Setüstü'nden sonra bu tarafa da yığmış durumda. Halka açık olsa İspark hissesi alacağım; bu kadar tatlı para hiçbir yerde yok. İstanbul yapılıp sokağa atılan çocuklara benzer onlarca pratiği barındırıyor. Kaldırımı kapatan otobüs durakları, sütunun arkasına ya da yanlış yere konulan trafik ışıkları, trafiği hızlandırıyorum diye açılan tünellerin yönetilemez bir sistemi ortaya çıkarması...
Benim metrobüsüm diyenler övünedursun, bir sarhoş olmasa şu aklımıza gelmeyecekti: Ben niye burada bir metrobüsten inip diğerine binmek jorundayım? Metroda her akşam inmek için savaşırken binmek için gayret ediyoruz; neden? Gezi ve değerleri olmasaydı belki bu soruları da sormayacaktık.
Yıllar önce ABD'de Obama başkan seçildikten sonra bir toplantıda akışta kaymalar oluyordu. Genç görevliler kendi aralarında tartıştılar ve genç kız "Ama başkan yardımcısına bitir diyemeyiz ki" dedi. Çocuk da "Diyebiliriz" diye yanıt verdi (Obama'nın İngilizce olarak "Yes we can" sloganı ile).
Hepsini toplarsak Chapulling bir fiil olarak uluslararası arenada yerini alırlen içeride de yaşanan şunun görülmesidir: "Bu ülkenin insanları bu toparaklarda özgür, barış içinde ve onurları ile yaşar." Bizim parkımız demenin ötesine geçen sürecin işaret ettiği en önemli nokta budur.

1 Haziran 2013 Cumartesi

Husnu Ozyegin, subway and tear gas

The FT interview portraying the business style of Turkish businessman Husnu Ozyegin is something to be read if not on a day like this when the Turkish police is attacking young people with tear gas and pressured water. http://www.ft.com/intl/cms/s/0/143acf14-c308-11e2-9bcb-00144feab7de.html#axzz2UwwEV1f5
But maybe it is the other way around. The dialogue that impressed me the most about him happened to take place in the subway where the police loves to both block at the main station and shover people with tear gas at the previous station. One of the two men in dark blue suits was telling the story of how he and his son chose the appropriate university saying "We chose Ozyegin's university, mainly because of him. The man is a tradesman. He knows the business."
University and trade or financial matters were seen on the very opposite sides some 25 years ago while I was a student at the university and is still a matter not perfectly cleared.
"Did you talk to him" asked the other guy and the answer was "No, but I watched two videos."
The clue behind the success of Ozyegin -reported vey well on the FT article- is having not only the vision but also the means to achieve it which is an approach badly needed these days.
So it is good to read the article as Ataturk, the founder of the republic was reading diversified works preparing himself for the future during the hottest days of the War of Independence without losing the focus defined by current status.
I believe it would be better if we can start shaping new balances together with business people, professionals and Kurds notwithstanding the other social actors. I don't want to make a list. It is sufficient if I say housewives are more effective but those three groups are the ones to drive current transformation in their own ways.
So last but not least, I should say that I am more than unhappy to see that Gezi Park where  I have a lot of memories be the center of such violence. But I also see that the place which already became a parking area for police vehicles and will not be abandoned by the prime minister taking into account the new owners of the hotels which became many in number at Talimhane just on the other side of the street require the shopping mall to receive the return on their investments.
The businessmen and professionals have to put the vision for Turkey so the main economic activity in Turkey will focus on adding value rather than earning money in ways harming the country. And we need the Kurds as they could survive the military coup in 1980 while we lost our identity and basic values. If these happen, I will be able to say that my country will last forever as Mr.Ozyegin tells about his university in the FT article.

19 Mayıs 2013 Pazar

Muhteşem Gatsby için bir şiir

Great Gatsby ya da Muhteşem Gatsby, Kadıköy Anadolu Lisesi'nde hayatımızın yarım dönemini vererek okuduğumuz, daha doğrusu incelediğimiz bir romandı. Aklımda kalan sadece gözlük reklamı ile bizim Yaşar Kemal'in "sarı sıcak"ına benzer bir sıkıntılı sıcaktı. Bir de romanın sonu tabii. Ya da ben böyle sanıyordum. Beş sene kadar önce kütüphanemi toplarken Penguin yayınlarının karton kapak baskısı ile karşılaştığımda çok daha fazlasını hatırladığımı fark ettim. Kitabın sayfalarını hızlıca çevirdikten sonra elime kalemi alıp bir kağıda aşağıdaki satırları karaladım. Ya da daha doğrusu karalamışım. Yeni bir temizlikte karşıma çıktı. Kağıt kopyasını atacağım için bloğumda yedeklemek istedim. Ne olur ne olmaz. Gatsby'nin hayalinin havuzda son bulma şekli, temkinli davranmadığında insanın başına gelebilecekler konusunda en açık ders değil mi.

Neden kırmızı değil de beyaz aktı kan?

Koca bir soru işareti ziyan oldu bu soruya.

Hayatın boyunca kullanmadığın soru işaretlerinden

Biri.

Kazanacak mıyım?

Kaybedecek miyim?

Yak son kurşunlarını kendi ölümünde.

Ağrıyan bir karaciğer

Gizlenirken arkasına

Nefes almak isteyen bir akciğerin

İki soru daha gönder sonsuzluğa.

Ve patlasın içinde, hiç ses çıkarmadan

Neden kırmızı değil de beyaz, kan?

Git, gel, yat, kalk…

Ve asla paylaşılmayan bir uyanış

Bağlayamaz hiçbir gemiyi limana.

Cam parçaları buluyorsan

Yere yapışan bir çocuğun yanında

Asla göklerde hayal etme kendini

Ve bu son yalan olsun, kendine söylediğin.

Neden kırmızı değil de beyaz aktı kan?

Sen mi yanıldın yine?

Isırma dudaklarını

Bırak gitsin gözyaşı.

Ki sen hayatın boyunca dün vermedin kimseye

Şimdi boktan bir sevgi konuyor önüne

Sahibinin terliklerini getirmek bedeliyle.

Neden kırmızı değil de beyaz aktı kan?

Bilmiyor musun bunu da,

Bilmediğin gibi önceki ölümlerini.

Basit bir ölümlülük müydü aradığın, basitlik

Hataların patlamıyor mu yüzünde, öpüşürken kederinle

Nasıl dilenciye dönüştün, oynarken ölümüne kralı.

Neden kırmızı değil de beyaz aktı kanın

Asla sönmeyecekmiş sanırken içindeki kor.

Sen yenildin ve bunun önemi yok

“Bir denemek istiyorum” diye başlamıştı hikaye

Biliyordun yenilecektin ama geçmezdi ki koca bir hayat

“Asla yok hakkımız yenilmeye” diye diye.

Bundan belki, gerçeğin ağırlığından ölümün

Ki yaklaştırmazdın bir zaman onu kendine.

Kan beyazsa eğer kendi kanındır ölümünde

Ve yansır sonsuza kadar ölünün gözlerinde.

                                   6.1.2008 11:40-12:00

 

 

 
 

4 Nisan 2013 Perşembe

UKOME ve koordinasyon

Bana uzun süredir anlatıyorlardı da nasıl olduğunu anlamıyordum. Hala da anlamış değilim ama Tüm Oto Kiralama Kuruluşları Derneği (TOKKDER) Yönetim Kurulu Başkanı İlkay Ersoy'un kurumsal yayınları olan "filo ve rent a car" dergisindeki yazısını okuduğumda işlerin daha ciddi olduğunu anladım. Ersoy iyi niyetli adımların buraya getirdiğini söylüyor ama anladığım kadarıyla konu, taş üstünde taş bırakmama operasyonuna dönüşmüş durumda.
Beni ilgilendiren yanı, sık sayılabilecek yurtdışı gezilerim için ulaşmam gereken Atatürk Hava Limanî'nın benden giderek uzaklaşıyor olması. Bunlar iş gezileri olduğu için şirketin şoförleri ve araçlarının beni bırakmasını istemek gibi bir hakkım var. Ancak bunu yapamaz hale geldim çünkü "arabaları bağlıyorlar". Bir karar almışlar, polise uygulatıyorlar. Bizim Doblo'lar ticari araç sayılıyormuş, onun için sadece önde bir kişi taşıması gerekiyormuş. Arkada oturan olursa aracı bağlıyorlarmış, önde oturunca da bu tür yerlere giderken "arkadaşımdan beni bırakmasını rica ettim" gibi yalanlarla işi kıvırmak gerekiyormuş.
Hadi bizimkiler Doblo, gavur arabası diyeceğim... Değil. Şoförlerde bir pislik var diyeceğim, onlar da ülkemin insanları, teröristlik olsun diye değil geçimlerini sağlamak için bu işi yapıyorlar. Ve bunu örneğin Havataş'tan daha az kaos yaratarak yapıyorlar. Örneğin Kadıköy'de Havataş'ın otobüs duraklarının sonuna park edip sonra ters yönden yola çıkması, bunu gören taksicilerin onların arkasına yaya geçidine park edip olmadık U-dönüşleri yapmasına neden olması gibi hareketlerini görmedim bizim şoförlerin.
Ya da Galatasaray maçı günü dışında katar uzatmayı akıl edemeyen metro yönetiminin parasını almasına karşın bana yaşattığı bu kepazeliğin aksine bizim arkadaşlar koltuğu arkaya çekip rahat oturmamı sağlamaya kadar her türlü hizmeti veriyorlar. Nezle olduğumuzda burnumuzu silebilelim diye kağıt mendil de bulunduruyorlar. Tabii bunu benzin istasyonları veriyor ama olsun illa adam sistemi kurmuş. Ha bir de bu düzenlemeleri yaparken o ekosistemleri bozmamak lazım.
Örneğin altı ay kadar önce İstanbul'a dönerken bir yabancı işadamı dostum ile CIP'de karşılaştık; konu ulaşıma geldi. O zaman tahakküm başlamadığı için beni şirketin aracının alacağını söyledim. Onu da şoförünün alacağını söyledi.
Daha önce Havaş ile gidiyormuş ve Turkcell'in Platin mi ne bir paketinde olduğu için ücret de ödemiyormuş. Yabancılar bu tür faydalar konusunda bize göre çok daha hassas; bizim cari açığın giderek daha büyük beden iç çamaşırı giymesini engellemek için  bu fayda konusunu iyi ele almak gerekiyor. İBB'nin şehir içi ulaşım tekelinin kendisinde olduğunu söyleyip Havaş'ı öldürmesinin ardından Havataş'a adapte olamadığı için özel şoförüne izin verdiği günler son bulmuş.
Diyeceğim o ki, alınan kararlar ve yapılan işler hayatımızı zorlaştırıyor. Ersoy'un bana kattığı vizyon ise, aynı zamanda büyümekte olan bir sektörün de boğazına basılmaya çalışıldığı. Türkiye büyüyecekse, sadece kendi varlığını sürdürmeyi düşünen kurumlarından kurtulması gerekiyor. İnsanına zulmetme sonucunu doğuran kararların alınmasını engellemek için bir yanda görgü ve edep; diğer yanda insaf ve izan olması gerekiyor. Bunlar da dışarıdan zerk edilebilecek şeyler değil; insanın içinde olacak.
Daha önemlisi, Türkiye eğer büyümeyi sadece yabancı yatırımcıların parasını buraya getirmek için değil; samimiyetle insanlarının daha fazla değer yaratacağı ve refah düzeyinin artırılmasını sağlayacak bir mutlu yaşam sisteminin inşa aracı olarak görüyorsa, bu konularda daha akılcı davranmak zorundadır. Bunun teorisi, sürekli bir propaganda aracı olarak kullanılmaya çalışılan İslam'ın kaynaklarında mevcuttur; o kadar derinliği olmayanlar Atatürk'ün içtihatlarına bakabilirler.
 
  

Katma değer fakirliği zeka eksikliği göstergesi midir?

Mehmet Altan Bloomberg Businessweek'in 24-30 Mart sayısında Türkiye'nin cari açığının enerjide dışa bağımlılıktan kaynaklandığı yorumunun doğru olmadığını anlatmış. Ben daha açık olarak yalan diyeyim. Altan, yazısında (http://www.mehmetaltan.com/index.asp?sayfa=sureliyayin&icerik=2526) enerjide dışa bağımlılığı yüzde 82 olan Güney Kore ve yüzde 87 olan İrlanda'nın cari açık vermemesini katma değer ve patent ile açıklıyor. Bunu tartışabiliriz ama enerjisinin yüzde 70'den daha fazlasını ithal eden Türkiye'nin cari açığın sebebi enerji diye ağlamaya hakkı olmadığı açıkça görülüyor.
Benim Fortune Türkiye'de Turkcell'in cep telefonu üretmeye soyunması ile ilgili yazım, tam da bu yazının devamı gibi olmuş. Yüzde 40 civarında EBITDA ile çalışan Turkcell'in cep telefonu üreterek karlılığını artırması için tek şansı, Apple'ın karlılığını getirecek bir model kurması. Samsung bile bunun yarısını yapıyor ama cihaz sayısı ile farkı kapatıyor. 236 milyar dolarlık ithalatımız içinde sadece 1,7 milyar dolar tutan cep telefonu ithalatına takmak, başlı başına bir katma değer vizyonu sorununa işaret ediyor. Benim yazı internete konulmadığı için linkini veremiyorum ama dergi piyasada. Özür.
Mehmet Altan ile yıllar önce bir IBM yemeğinde ilk olarak karşılaştığımda teknoloji-ekonomi ekseninde hararetli bir konuşma yapmıştık. Bütün masanın takip ettiği konuşmada Altan'ın bana "Bir gün Murat 124 ile Reina'ya gideceğiz" dediğini hatırlıyorum. Ben o sözleri, "hadi gidelim" diye algılamıştım ama henüz ses seda çıkmadı. Bugün geriye baktığımda, şu anda makro tartışmaların içinde eblehleşmiş Türkiye'nin çok ilerisinde bir şey konuştuğumuzu anlıyorum. Turkcell haberine LG'nin cep telefonu ekosistemini kutu yapma gereği duymak isetyecek kadar Güney Kore öğrenmiş olmama paralel bir durum söz konusu.
Seul'deki Hyundai'leri sayarken (Şehirde otomobil değil sadece farklı renklerde Hyundai'ler bulunuyor; başka marka hatırlamıyorum) ulusal bir ürünün nasıl ortaya çıkarılacağını anlıyorsunuz. Telefon projesinde hükümetin bu konuda en ufak bir planının olmadığı ya da en azından bunu Turkcell'e söylemedikleri haberimde yer alıyor; özellikle sorduğum için biliyorum.
Sonuç olarak;
1. Mehmet Altan'ın da benim de akil adam kabul edilmeyeceğimiz kesin. Oysa Murat Bardakçı'nın yazısından öğrendiğim kadarıyla (http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/830925-akil-adam-demek-obur-ve-yamyam-demektir) buna en fazla hakkı olanlardan biri benim.
2. Otomobil markası yaratacağım diye yola çıkıp SAAB'ı satın alalım mı diye devam eden bir kafayla değer üretmek mümkün değildir. Bu yüzden cari açık bu kafayla kronik olarak var olacaktır.
3. Biz hala Murat 124 ile Reina'ya gidebiliriz. Olmadı arabayı ara sokağa park eder, yakılan okul ile yıkılan Yüzme İhtisas'ın yerine yapılacak otelden yürüyerek gelmişiz gibi yaparız. 

31 Ocak 2013 Perşembe

Ya çemberi biz yapıyorsak

Ya içindesindir çemberin ya da dışında yer alacaksın ifadesi şarkı sözü olarak güzel ama çemberimizi kendimizin çizmesi şu anda benim için daha fazla önem taşıyan bir tespit. Murathan Mungan'dan okuduklarımdan hatırlıyorum, insanın kendi çemberini çizip kendisini içine hapsetmesi mümkün ve bunu yapan inanç olunca kimse o çemberi bozamıyor. Bu benim aklımda kalan yönetici özeti tabii; edebiyat tarafı çok daha kapsamlı.

Tarihe uzanan hikayenin iki boyutu var. Aşağıdaki yorumu yazarken kendimi çok geri kafalı hissettim ama diğer yanı da güzeldi. Kendimi çöplükte değil de şatoda hayal etmemi sağladı. Yazı aşağıdadır:

Yakında yazmayı planladığım medya analizinde iş yapış tarzı kapsamında yer vereceğim bir konu ile ilgili güncel bir gelişmeyi paylaşmak istiyorum. Medya işinin, gelir modelinin ve işlevinin ne olduğunu bilmeyen bir sektördür ve çevresinde ortaya çıkan garip iş modellerinden birebir sorumludur. Dünkü börek yazısı kadar eğlenceli olmasa da, benim geçmişimde takındığım ve hala sıcak tuttuğum bir tavır olarak servis ediyorum.

"Benim yöneticilik yaptığım dönemdeki görüşüm, bu tür yaklaşımlara tevessül edilmemesiydi. Okura mal satan taraf olarak dergi kadrosunun ürün kalitesi ile ilgili sorumluluğu sahiplenmesi ve haber yapılması gerekiyorsa bir konuyu gerekli araştırmayı yaparak/kendi kriterleriyle işleyerek nihai ürüne dönüştürmesi; bunun karşılığı olarak okurdan bir ücret talep etmesi, benim iş anlayışımdır. Bir yayına para veren okurlar, reklamveren nezdinde de yayının değerini artıracaktır. Bu yaklaşımım doğrultusunda benim tavrım, konuk yazar konusunun yayınların değerini düşüren bir unsur olduğudur. Dergi yönetimi bir konuyu gündeme getirirken bir kişiye spesifik bir alanda kapsamını çizdiği bir yazı yazdırabilir ama bu istisnadır. Genellikle advertorial adı verilen bölümler bu ihtiyacı daha iyi karşılar. Yani soruyu doğrudan bana yöneltiyorsanız, alacağınız yanıt doğrudan bir hayır olacaktır.
Ancak Türk medyasının üniversite öğrencilerini geleceğe yatırım kisvesi altında köşe yazarı yaptığı ve her şeyin bir biçimde formüle edildiği bir dönemde, benim gibi bir musibetin yolunuzu kesmesini istemem."