Etiketler

3 Aralık 2012 Pazartesi

Bir garip bütçecik, içi dolu sorucuk...

Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer CeBIT'te “Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi, 2002 yılında 7,5 milyar iken, 2012 yılında yüzde 424,9’luk artışla 39,1 milyar olmuştur. 2013 yılında 47,5 milyar olarak öngörülmesiyle, artış oranı 2002 yılına göre yüzde 536,6 olmuştur" açıklamasını yapmış.
Bence bilen birinin bunun dağılımını da vermesi son derece faydalı olablir. Dün Moda'ya giderken Kadıköy Adliyesi'nin karşısındaki okulda inşaat vardı; şu anda okullar açık olduğu halde... Yazı tercih etrmemişler. Onun öncesinde Moda'da vardı. Papatya Pastanesi'nin karşısındaki okulda. İnşaatın bu bütçe içinde payı ne ve diğer kalemler nasıl sıralanıyor?
Yani bu paraların nereye harcandığı belli olmadan bütçe açıklamak çok akıllıca bir şey değil. "Bana müthiş para veriyorlar" diye bir açıklama olmaz. "O paraları nereye harcadınız" ise güzel bir sorudur.
Daha iyi bir soru ise, "harcamanız bu kadar artarken neyi daha iyi yapan öğrecileri yetiştirdiniz" şeklindedir. Yazboz tahtası gibi bir eğitim sisteminin içinde gençliğin adaptasyon yeteneğinin çok geliştiği aşikar ama 2023 Türkiyesi için ne yetiştiriyorsunuz.
Yıllarca ithal ikamesi yapıyoruz diye kötü malı kabullenen Türkiye, artık sahip olmadığı işgücünü ikame etmek için ithalata mı yönelecek. Halterde, futbolda, basketbolda, koşuda vb... bunu yaptınız; başka bir planınız var mı?
Sevgilerimle.  

29 Kasım 2012 Perşembe

Midas'ın kulakları ve Türkiye'nin şeffaflık sorunu

Gazete okumayı sevmem ama sahip olunan kaynakları tüketmeden bırakmama şeklindeki 80 öncesi alışkanlığım iş yerine alınan gazetelerle zaman geçirme hastalığına tutulmama neden oldu. Ben de bunlarla ilgili analizler yapmaya karar verdim. Bunun belirli bir şablonu olmayacak ve belirli bir konuda ilk haberdar olmak gibi bir kaygıyla takip etmenizi tavsiye etmem. Bütün gazeteleri tarayacağımı vaat etmiyorum ama ilgi çekici bulduğum konuları ele alacağım.
Daha popüler bir işi Facebook'ta Serhat Ayan yapıyor, ben de zevkle takip ediyorum. Benim derdim ise, kafamda çevirip kendimi manyaklaştıran soruları paylaşıp kurtulma derdindeyim. Bugün ben de bu "Midas'ın kulakları eşek kulakları" diye bağırma ihtiyacımı Habertürk ile karşılıyorum.

- İlgimi çeken haberlerin ilki, 224 daire mevzusu. MASAK 12 Eylül ile ilgili aktardığı bilgide "224 daire var bu kişinin üstünde" diyor. 12 Eylül Sedat Celasun'un gelini Füsun Celasun, "Onlar Türk Silahlı Kuvvetleri için yapılmış lojmanlar" diyor. Ben Oha diyorum. Böyle bir kargaşanın doğru düzgün bir devlette yaşanması mümkün mü? Kim hangi kayıtlara bakıp hangi enformasyonu oluşturuyor? Kayıt hava sıcaklığı gibi bir konudur. Hava sıcaklığının kaç derece olduğu tartışılamaz çünkü bu santigrat, fahrenheit ya da kalvin olsun insan yapısı bir ölçüm sistemi olduğu için tartışmaya açık değildir. Üşümek, terlemek, yok hava soğuk ya da hava sıcak yorumları yapmak ayrı bir şeydir ama mülkiyet ilişkisi bellidir ve devlet bunun kaydını düzgün tutmak zorundadır. O çok sevdikleri Osmanlı'da bu kayıt sistemi devletin esasıdır. Yoksa adaleti sağlayamazsınız; eğer böyle bir kaygınız varsa.

- İkincisi Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı Fatih Acar'ın "88 yıl emekli maaşı alan var" açıklaması. Kaç kişiler ve yönettiğinizi sandığınız sistem içinde ağırlıkları ne? Yurtdışında emeklilik fonları gelişen işlere yatırım yaparak ve hisse senetleri de dahil çeşitli yatırım araçlarını kullanarak emeklilere hizmet veren kuruluşlar. Siz bir taraftan aldığınız diğer tarafı karşılamayınca, emeklilik yaşını yükselterek mi sorunları çözmeye çalışıyorsunuz. Yaşlanan Türkiye'de emeklilerin çalışanlara oranının yükselmesinin etkisini nasıl hafifleteceksiniz? Nasıl bir otomatik sistem kurdunuz ki, babam öldükten sonra annemle ilgili sağlık sistemi tanımlamanız yüzünden biz hem sizin kaydınızı düzelttirmek hem de ceza ödemek zorunda kalıyoruz? Eskinin ketum devlet memuru tipini değiştirirken, "sistem otomatik yapıyor" mazeretinin arkasında nasıl bir ucube yaratıyorsunuz?

- Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın Boğaz'da yapılanma konusundaki manşet haberinde spotta "Kesinlikle böyle bir çalışmamız yok" içeride "Bu haliyle cinayettir" diyor. Ben bundan bir tartışmanın sürdüğünü, farklı şekillerin ele alındığını ve kamuoyunun tepkisini çekmeden bu işin nasıl derdest edilebileceği konusunda net bir taktiğin belirlenemediğini anlıyorum. Sayın bakan televizyona çıkıp kentsel dönüşümde herkesin bulunduğu yerde yaşamını eskisi gibi sürdürebilmesi gibi temaları işledikten sonra iş insanlarına hitap eden yayınlarda binaların yıkıldığı, kat mülkiyetinin kalktığı ve yeni binaların inşaat sektörüne azami rant sağladığı bir sistemin müjdesini veriyor.

Demem o ki, bu kadar demokrasi diyeceğinize iki lokma da şeffaflık deyin. Bizlerde işinde gücünde insanlar olarak nereye gittiğimiz az çok tahmin edelim. Yarattığınız insan malzemesi, kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçmeyi bile beceremiyor artık. Yeşil yanınca birbirlerine dalmaları bir kenara, kırmızı da sıyrılacağım derken arabanın altında kalacaklar. Kadıköy'de taksiler yaya geçidinde park edilyor, Havataş ters yönden yola çıkış yapıyor. Nereden ne geleceğini bilmeden yaşamak "Dinamik Türkiyecilik" ise, duvara çarpmadan durmayı bilmemek "Usta"lık olsa gerek.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Gloria Jean’s neden battı?

Bu ara tekrar geri dönme noktasında olan Gloria Jean’s’in halkla ilişkiler faaliyetlerine başladığı anlaşılıyor. Bültenden bozma haber çalışmaları iyi bir başlangıç olmasa da, yeni yüzüyle Gloria Jean’s medyada geniş yer bulacağa benziyor.
Böyle bir dönemde, eskinin hikayesi ile günümüzün rekabeti konularında biraz yazmakta fayda var; belki şirketin yöneticilerine de ışık tutar. İş modelinden yer seçimine, çalışanların motivasyonundan müşteri sadakatini sağlamaya kadar birçok konuda yapılmış hatalar vardı ama hata sonuçta insana mahsus ve başkalarının da hata yapmadığını söylemek zor.
Geçmişteki başarısızlık ile ilgili olarak öncelikle traji-komik bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: bu iş asıl olarak şurup meselesinden patlamıştır. Kanyon’da ayağımızın Starbucks’tan Gloria Jean’s’e kaymaya başladığı dönem, Oregon Çayı’nın sunulduğu döneme denk gelir. Gloria’nın yer avantajı tartışılmazdı ama işler kullanılan şurubun ithal edilememesi nedeniyle bu ürünün bulunmadığı dönemde tersine döndü.
Tam emin değilim ama galiba süreci de iyi yönetemediler gibi hatırlıyorum. Galiba menülerden bu ürünü çıkarmadılar ama soranlara yok dediler. Kötü ilişki yönetimi ama yine de şurubun kendisinin gelmesini engelleyen tedarik zinciri yönetimi kadar kötü değil.
Şurubun üzerinde neden bu kadar duruyorum: Oregon Çayı, yumuşak bir içecek olarak aç karna da içilebiliyordu. Dolayısıyla sinema, birçok restoran ve D&R gibi konaklanan mağaza formatının bulunduğu bir ortamda yemekli bir aktivitenin öncesinde Gloria’yı uğranabilir bir yer haline getiriyordu. Akşam yemeğine zeval getirmeyecek şekilde geç saate (akşam beş altı) iş görüşmesi yapmaya olanak sağlıyordu. Hatta yemekten önce buluşmak için beklerken bile iyi gidiyordu.
Şekerli tatları sevmeyenler olabilir ancak şuruba sadaket Türkiye’de markaya sadakat kadar güçlü. Yıllar önce Maça Kızı’nda barmenden bana kafasına göre bir içki hazırlamasını istedikten sonra sohbet etme fırsatı bulmuştuk. İngiliz olup da İspanya’da iş deneyimi mi vardı; yoksa tam tersi miydi şimdi tam hatırlamıyorum ama o barmen bana birkaç meyveyi ezerek bir içki hazırladıktan sonra birbirimize karşılıklı teşekkür etmiştik. Sebep; benim iyi bir kokteyl kadar iyi bir deneyimle tanışma fırsatı bulmam; onun da şurup eklenmiş her alkolü içki sanan Türk insanının dışında bir cins bulmuş olmasıydı. Son bayram ziyaretlerimde, birden çok evde aromalı kahve ikramı ile karşılaşırken, birinde şurup eklenmiş Türk kahvesi gibi bir deneysel çalışma ile karşılaşma fırsatım oldu. Ev sahibi, şurubu yeni almıştı ve ne kadar koyacağına karar veremeyince sadece koklatmıştı. Bir dahaki sefere daha fazla koyması konusunda anlaştık. Önümüzdeki dönemde şurup işinin önemi artacak.
Burada önemli olan, sadece şurup değil. Mekanların önemli ve bağlayıcı özelliği olan ürün portföylerini iyi yönetmeleri yani tedarik zinciri yönetimi. Mekanlara daha çok şuraya gidelim de şunu yiyelim ya da içelim diye giden kitle asıl primli müşteri grubunu oluşturuyor ve bunlar tavsiye ya da birlikte gitme ile yaygınlaşmanın önemli bir etkeni durumunda. Tedarik zinciri burada önem kazanıyor. Yerine başka bir şey almak, bu kesimi soğutma konusunda önemli bir başarıya sahip.
Diğer konu mekanlara uygun tasarımların yaratılması. Kanyon D&R’ın içinde önünde ve karşısında oluşturulan kapasitenin dolması için herhalde oradaki bütün yemek yenen mekanlardaki insanların çıkıp yemek üstüne bir şeyler içmeye buraya gelmesi gerekiyordu. Kışın en kalabalık saatte müzik dinlemeye halim olmaması durumu hariç herhangi bir yer bulamama sorunu hatırlamıyorum. Bu kadar iyi peak management diğer yanda da atıl kapasite ile çalışmak anlamına geliyor.
Bunun tersi, havaalanında dükkan için geçerliydi. Havaalanına geldiğinde çok sayıda ücretsiz lounge’un arasında burayı tercih eden yolcunun hızla servis alıp zamanını verimli geçirmesi esasken kurulan iki garsonlu sistem ile bunun tersi başarıldı. Grup buluşmalarında bu iş iyice zıvanadan çıkıyordu. Sürekli gelenler yüzünden hangi masaya kimin yeni geldiğini tespit etmenin imkansızlığı, serviste inisiyatifi müşteri tarafına geçirirken görevlileri mekanı yönetir durumdan çağrıldığında yanıt verir duruma düşürüyordu. Sonuç tatmin edici servisin alınamaması ve çoğunlukla mekanın bir şey almadan buluşma noktası olarak kullanılması oluyordu. Bunlar çok kullandığım yerlerde ilk aklıma gelen örnekler.
İş modeli tarafına geçtiğimizde, Kahve Dünyası ve Lavazza ile yapılan karşılaştırmaların anlamı olmadığını söylemek gerekiyor. Lavazza çok farklı bir oyun oynuyor ve CEO Sertaç Akyüzol, Telsim’deki yöneticilik deneyiminin kendisine kazandırdığı ağ yönetme becerisi ile rekabete açık bir karakter değil. Moda’da dondurmacı Ali’nin karşısındaki üç katlı yerleri, her katının farklı ortamı ile operatör tarifesi kadar zengin. Biraz aşağıda Bahariye’de Saray’ın kenarına iliştirilmiş Lavazza tabelası ise, markanın iş ortaklıklarındaki zenginliğini gösteriyor.
Kahve Dünyası ise, kahveci ile perakendeci arasındaki konumu ile bende farklı bir gelir modeli izlenimi yaratıyor.
Benim dikkatimi çektiği kadarıyla, Gloria Jean’s’in asıl rakibi, Cafe Nero olacak. Rakamları bilmiyorum ama aradan geçen sürede asıl yaygınlaşan onlar olmuş gibi geliyor. Ben de gitmeye başladım ve kırmızı damga bastıkları sadakat kuponları kendilerini hiç de az ziyaret etmediğimi gösteriyor. Üstelik bazen Gloria’nın ürünlerini sipariş edecekken son anda başka bir mağazada olduğumu fark ediyorum.
Bundan gerisini masa başında yazmak anlamsız; rakamlar, saha araştırmaları ve yaratılan trendlerin müşteriyi geri getirmesi ya da yeni müşteri kazandırması ile ilgili verilere bakmak daha yerinde olacak.

20 Kasım 2012 Salı

Globalleşme nedir: İşte budur

Sabah çalışma azmiyle işe gelmişim. Yolda tek kafa karışıklığı, Taksim'de kazı çalışması var diye engelli asansörünü kapatan metro yönetiminin yeni turnike düzenlemesi olmuş. Kafanın çalışmadığı kesin sonuçları birlikte izleriz. Bir de Kadıköy-Kabataş motoru var ama o artık klasik kerizlik oldu; her gün ilgi gösteremiyorum.
Yerel ile global arasındaki farkı sandalyeme oturunca fark ettim. Gelen mailler bunlar ne ki dedirtecek nitelikteydi. Sonra biz de trendi yakalamışız diye sevindim. Şöyle:
Fransız bir iç çamaşırı firması, Türkiye'de mailin konu satırına Grand Opening denebilecek ya da deme gereği hissettiği bir etkinliğe davet ediyor. Mail isme değil genel gönderilmiş ve yedi cihana gönderilmiş. Davetiyede markanın lüks bir iç çamaşırı ve mayo firması olduğuna işaret edilirken ölçülü ifadeler kullanılıyor. Ekteki metni açınca ise, "Mayo ve iç çamaşırı dünyasının kurallarını değiştiren" gibi uçan bir ifade sizi karşılıyor. Davetin geldiği kişilerden biri teknoloji editörü ve mayosunun kurallarını gerçekten merak etmeye başlıyor.
Sonrasında Linkedin'den bir mesaj alıyorum. Adından Hispanik olduğu açıkça anlaşılan bir hanım "Native English" dersi almam için mail atıyor. Ben Kadıköy Anadolu Lisesi mezunuyum ve mail ilgimi çekiyor. Native'den kasıtın başka yerin yerlisi olduğunu düşünüyorum çünkü sanırım "corporate" yazmaya çalışırken direksiyon kontrolünü iyice kaybedip şarampole yuvarlanmış:
"Hi , I am sorry that I am late to introduce myself ) and my business .I was not online for a while.
Her is what our English Club Primarily does
1 * Private English Lessons by Native Speakers
2 * Coorporatee Teaching and Practicing of the English Language
3* Conversation Club and Networking .Please visit our website www.englishclubistanbul.com for
further information.I would also be happy to hear any of your English needs.How do you think your English is ? Is there any room to make it better or are you a perfect speaker ?"
Ben mükemmel konuşan biri miyim? Belki değilim ama istersen başka yerde geliştireyim.
Ve son bomba Türkiye'nin de bu gelişimi yakaladığını gösteriyor: Bir Türk şirketi reklam vermek istiyorum diye mail atıyor; dünya liderlerinden biriyiz ve tekliflerinizi falan filan diye gidiyor. Göderen, insan kaynakları ve sosyal işler müdürü; son üç aylık dergileri de istiyor. Bir şirket takip etmediği bir dergiye neden ilan vermek ister ve bunun için mailleşme neden insan kaynakları müdürü ile yazı işlerini de içeren geniş bir zincir arasında kurulur? Daha önemlisi, bu tür bir potansiyel varsa o dergi neden bu potansiyeli değerlendirmek için bir adım atmaz da para harcayacak taraftaki adamcağız bilmediği bir sistemi dürtme cesaretini göstermek zorunda bırakılır.
Türkiye'nin dinamik nüfusu değil artık, dünyanın dinamik nüfusu... İşte yeni dünya düzeni.      
 

9 Kasım 2012 Cuma

Psikopat var, psikopaaaaat var

Kadın erkek ilişkilerini son günlerde sıkıştığı iki memenin arasından çıkarabilmek adına ne yapabilirim diye düşünüyordum, diye başlasam iyi bir girişi olurdu. Ama sadece gazete okuma derdindeyken sapıtıverdim. Vatan'ın arka sayfasında yer alan katliam haberine takıldım önce. Özünde biraz romantik, eski sevgilisini uyarıyor, sonra kendisi ile alay edenlere dalıyor. Ölenlerin aileleri peşine takılınca eski sevgili polise sığınıyor. Google'da aratınca bu haberi buluyorsunuz ama link sizi foto galeride başka bir yere götürüyor. Sizler için manuel olarak buldum; teşekküre gerek yok, linki bu: 
http://fotogaleri.gazetevatan.com/gunun-dunya-haberleri/25094/4/Haber
Bunu ararken başka bir sonuca ulaşıyoruz. Vatan temmuz ayındaki Joker katliamını da Breivik'e bağlamış. Bildiri+cinayet=Breivik. Gazetecilerin "Evet, 17 sene önce de şöyle bir şey olmuştu" zaten diye konuşmalarının değerli kabul edildiği döneme ait ESKİ bir editoryal bakış açısı.
http://haber.gazetevatan.com/cani-breivike-ozenmis/466852/30/Haber
Bence günümüzün doğru haberciliği, bu haberin yanına Hürriyet'in birinci sayfasındaki küçük haberi koyup gazetenin sonuna değil başına koymayı gerektiriyor. Tamam Rus arkadaş, kendisi ile dalga geçilmesine pisikopatça bir yanıt veriyor ama biz psikopatlıkta inovasyon ödülü alabilecek bir çalışma ortaya koyuyoruz.
Adam, 11 el bombası ile 16 el bombasını ambalajlıyor; kimlik tespiti için de içine bir tahsilat makbuzu ekliyor; sanki taşındığı evin su tesisatını kendi üzerine geçiriyormuş gibi.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/21883323.asp
Yav bu nasıl bir psikopatlıktır ve neden biz bu tür inovasyonlarımıza rağmen dünya çapında tanınan bir ülke haline gelemiyoruz. Hürriyet gazetesinin attığı "Aşk bombaları" başlığı gidebileceğimiz en uzak nokta. Bu aşkın filmini çekecek kimse yok mu?
Meme tartışmasına sayfalarca döşenenlerden bu işin senaryosunu yazacak çıkmıyor mu?
Bütün Türkiye benim diğer kuyruk yağlı bölümümü kaldırıp bu işleri çözmemi mi bekliyor?
İTÜ'ye geldiğinde eleştirdiğim, şimdi mumla aradığım Sinan Çetin yaşlandı mı; uyuyor mu?
Kimse yok mu?

5 Kasım 2012 Pazartesi

Fitch'in notunun dipnotları

Bu akşamdan itibaren yurtta bir bayram havası şeklinde yansıtılacak olmasını beklediğim Fitch'in Türkiye'nin kredi notunu artırıması konusunu iyi okumakta yarar var. Ben bu tür durumlarda konuya bir iş anlaşması olarak yaklaşıp küçük yazılara da bakmayı tercih ederim.
Firtch'in açıklamasının orijinal metninin sonunda http://www.fitchratings.com/creditdesk/press_releases/detail.cfm?pr_id=767565&cm_sp=homepage-_-FeaturedContentLink-_-Learn%20More bu kararın alınması sırasında yapılan kabuller sıralanıyor. Bunlar Suriye ile sıcak çatışmaya girmemizden terörün finansmanına kadar birçok maddeyi kapsıyor. İngilizcesini buraya yapıştırıyorum.

RATING OUTLOOK - STABLE
The main factors that could lead to positive rating action, individually or collectively, are:
- A material and durable reduction in the CAD, though Fitch does not anticipate this in the near term.
- A track record of lower and more stable inflation.


The main risk factors that could lead to negative rating action, individually or collectively, are:
- A 'balance-of-payments crisis' triggered by an external shock or a domestic policy mistake.
- A worse-than-expected increase in external debt ratios over the medium term, for example related to rapid credit growth and larger CADs.
- A major political shock with a material adverse impact on the economic and fiscal outlook.


KEY ASSUMPTIONS AND SENSITIVITIES
The ratings and Outlooks are sensitive to a number of assumptions.
- Fitch's economic and fiscal projections are based on the assumption that budget outcomes are broadly in line with the Turkish government's Medium-Term Program 2013-2015, consistent with a declining government debt/GDP ratio.
- Fitch assumes that the eurozone remains intact and that there is no materialisation of severe tail risks to global financial stability that could trigger a sudden stop to capital inflows to countries like Turkey with large CADs and net external debtor positions. Such a scenario would likely trigger a downgrade.
- Some escalation in regional instability cannot be discounted and is within the tolerance of the rating. However, Fitch does not expect the civil war in Syria to draw Turkey into a full-scale military conflict. If such an event took place and had a significant economic and fiscal impact it could lead to a downgrade.
- Fitch assumes that Turkey's membership of the Financial Action Task Force (FATF) is not suspended in February 2013 (as FATF threatened in October 2012 if Turkey failed to "adopts legislation to remedy deficiencies in its terrorist financing offence" and "establishes a legal framework for identifying and freezing terrorist assets consistent with the FATF Recommendations"); or if it is suspended, that does not precipitate countermeasures that materially adversely affect the capacity of Turkish entities to access international financing. If such a downside risk materialised it could lead to a downgrade.


Son maddede yer alan mali önlem görev gücü (FATF) ile ilgili madde geçen günlerde Milliyet gazetesinde Metin Münir ile yolların ayrılmasına yol açan kritik yazılardan biridir diye tahmin ediyorum. http://ekonomi.milliyet.com.tr/terore-karsiyim-ama-finansmani-serbest-olsun/ekonomi/ekonomiyazardetay/31.10.2012/1619560/default.htm
Ama bütün bunların ötesinde büyük sermaye akışlarının önünü açması için bir diğer kredi derecelendirme kuruluşunun (Moody's ya da S&P) takip etmesi gereken bu kararın gelişmiş ülkelerin finans politikaları ile bağlantısı nedir sorusunu sormak istiyorum. Benim yanıtım bugün paylaştığım WSJ makalesinde. 
http://online.wsj.com/article/SB10001424052970204530504578076953350391848.html

3 Kasım 2012 Cumartesi

Neden marka yaratamıyoruz: fiyatlama ve ödenen bedel

Bizim kendimizle övünürken yurtdışındaki gelişmeleri ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde neler olduğunu yeterince takip edemediğimizi düşünüyorum. Ya da şöyle söyleyeyim; bize ağabey diyecek ülkelerin yanında topuklu giymiş kadın gibi durduğumuz için onların yaptıklarını izleyip "şöyle yap böyle yap" demeyi tercih ediyoruz.
Uzakta kalan gençliğimden hatırladığım ise, bizden daha güçlü olanlarla rekabet ederken ve onlarla dost olarak zaman geçirip birşeyleri konuşurken karşılıklı gelişmenin hız kazandığıydı. Örneğin kendinizden 20 santim uzun birinden ribaund almak zorunda olmak sizi iki yönden geliştiriyor. Bunlardan biri, daha iyi koşmayı ve daha iyi zıplamayı kapsayan fiziksel taraf; diğeri ise, topun nereye gideceğini öngörerek doğru pozisyonu almayı içeren kimyasal ya da stratejik taraf.
Bugünkü eblehliğimizin sebebi, "topu bana at, yoksa maraza çıkarırım" ile sınırlı bir oyun teorimizin olması. Her yerde bulunuyoruz ama bu güçlü markalar yaratamamamız gerçeğini gizlemeye yetmiyor. Kasıtlı ya kasıtsız tavrımızla bu duruma düşmemizin iki nedeni var.
Birincisi, fiyat ve bedeli iyi öngöremememiz. Bir yönetici dostum, "Ücretsiz verilen hiçbirşey aslında bedava değildir" demişti. Fiyatınızı yüksek tutarsanız, o fiyatı ödeyenin ihtiyaç duyduğu performansı gösteremeyerek ya kendiniz başarısız olursunuz ya da sizin ücretinizi ödeyenin bu durumu görmemesi durumunda herşeyi mahvedersiniz. Fiyatınızı düşük tuttuğunuzda, kapasitenizi geliştirmek için gereken birikimi ya da sermayeyi oluşturamayarak veya zaman içinde yitirerek birinci duruma sürüklenmeye mahkum olursunuz.
Her iki durumda da ulaşacağınız kaçınılmaz sonuç, yalan söylemeye başlamaktır. Bunun tipik göstergesi, değişim ile yürümeye başlanan yolda istikrar ile tutunmaya çalışmaktır. Artık değişime değil, statüko içinde masanın başındaki koltuğa oturmaya odaklanmışsınızdır. Bu tür güçlü babaların pısırık evlatları sahneye çıkana kadar gözleri boyamak mümkündür.
Bizde bu pısırık çocuklar, gerçekleşmeyen ya da daha beteri güdük gerçekleşen projeler olarak ortaya çıkmaya başladı. Elimde uzun bir liste var ama markalı otomobil ya da daha öncesinde ortaya konulan düz ekran paneli üretimi projelerinin adını gerçekleştirmekle yetineceğim.
Gelmek istediğim nokta, diğer gelişmekte olan ülkelerden biri olan Çin'in saygın yayınlarından China Daily'nin haftalık Avrupa sayısının kapak konusu. "Setting the Price" ya da fiyatı belirlemek başlığını taşıyan konu, çokuluslu şirketlerin Çin'in değişen ekonomik ortamında fiyatlama stratejilerini nasıl değiştirmek zorunda kaldıklarını ele alıyor. Türkiye 2023 hedeflerine gerçekten ve sürdürülebilir bir sistemde (hormonsuz) ulaşmak istiyorsa, global bir oyuncu olmak zorunda ve bunu bugünkü kendi kuralları ile yapamayacağı kesin. Ama daha önemlisi, yabancı malların bir dönem yasak olması ve ardından statü sembolü oldukları için yurtdışına göre daha yüksek fiyatla satılmasının belirleyici olduğu Çin pazarı, Türkiye'nin yakın geçmişi ile kritik bir paralellik gösteriyor. Başkalarının deneyimlerinden öğrenmek en acısız yol olduğu için bunu takip etmek önemli.
Diğer önemli nokta, Türkiye'nin bugünkü sorunları nedeniyle küçümserken en önemli ihracat pazarı olduğunu unuttuğu Avrupa'da sorunların sürmesinden kaynaklanan yaralarını sarabilmek için bu birikimleri edinmek zorunda. 2023 balonu olarak değil, kanayanın yaranın pansumanı yani. Aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://usa.chinadaily.com.cn/weekly/2012-09/28/content_15789279.htm

2 Kasım 2012 Cuma

Microsoft'un Windows 8 ile derdi ne?

Microsoft dün akşam Windows 8'in lansmanını Esma Sultan yalısında gerçekleştirdi. Microsoft'un ilk kurulduğu dönemden kalan bir yönetici arkadaşım olmadığı için tarihinin en büyüğü olup olmadığını bilmiyorum -Windows 95'i hatırlamıyoruz- ama Microsoft adına Türkiye'de son yılların tartışmasız en büyük lansmanı.
Dünyada da 1,9 milyar dolar pazarlama bütçesi ile dev bir olaya dönüştürülmesi planlanan yeni işletim sistemi ile ilgili gelişmeleri üç ay boyunca izleyebilirsiniz. Bu dev tanıtım kampanyası, Microsoft'un Apple ve Google'ın sürüklediği yeni dalgaya bir yerinden dahil olma çabası ve ne sonuç vereceği gerçekten ilgimi çekiyor. Ancak ilk izlenimlerim, Microsoft'un artık yaşlandığı ve Genel Müdür Tamer Özmen'in söyledği zamanda ileri sıçrama hedefinin gerektidiği formu yakalayamadığı şeklinde.
Bunun basit bir fiziksel göstergesi var: ISO dosyası hala 2 GB civarında; benim 125 kilo olmama benzeyen bir durum. Biraz egzersize başlayınca ayakkabılarımı bağlamak için rahatça eğilebiliyorum ama bu beni sporcu yapmıyor. Microsoft'tan arkadaşlarımın söylediği "ama performansı daha iyi" sözü bende ister istemez bu algıyı yaratıyor.
Yüksek bütçe ile önümüzdeki günlerde bireysel pazarı sarsacak olan Windows 8'in bir diğer sorunu Microsoft Türkiye'nin ürünlerine ve servislerine doğru algıyı çekecek bir yordam geliştirememesi. Bu da yaşlılıktan kaynaklanıyor. Windows 8 ile ilgili "büyük sürpriz" Okan Bayülgen ne sürprizdi ne de Windows 8'in yüzü olabilecek bir performans sergiledi. Bu da yaş meselesi. Microsoft artık bir yeni teknoloji şirketi değil, yaşlı bir kurumsal şirket. Bu görüşümün değişmesi için Vatan Bilgisayar'ın patronu Hasan Vatan ve Özmen'in dinamikliğini övdüğü Casper'ın patronu Altan Aras Fakılı'nın neler yapacağını izliyor olacağım. 
Özelleştirme olanakları ile yükselen iş ve özel hayatta aynı cihazı kullanma trendine hitap etmesi -hatta iPhone'u ve diğer rakiplerini geride bırakması- beklenenWindows 8'li telefonlar ve bilgisayarların, kurumsal tarafta gördüğüm VMware mobil çözümleri ile nasıl rekabet edeceğini anlamadığım gibi özelleştirme konusunda bu kadar iddialı iken Amsterdam fotoğraflarını paylaşmanın anlamını da çözemedim. Ya da havaalanında mail okuma veya bankacılık işlemi yapmanın egzotikliğini.
Sadece Windows 8'li bir cep telefonu ile örneğin VIP turizmin egzotik gezilerinden birine katılıp orada çektiği HD videoyu televizyonda paylaşan ya da yurtdışında iken kredi kartı borcunu yatırmayı aksatıp beş günde yüzde 1,5 faiz ödemek zorunda kalan benim gibi birinin işinin nasıl kolaylaşabileceğini göstermesi çok daha etkili olurdu. Anlaşıldığı kadarıyla Microsoft, her masaya bir bilgisayar tezinde gösterdiği dehayı kolay kolay yeniden sergileyemeyecek. 
Finansal verilerine ve performansına sözüm yok ama Microsoft dönüşmek konusunda çok başarısız. Bunun doğal sonucu şu: bu sabah motorda iki kişi lansmanı konuşuyordu. Diyaloğu aktarayım:
-Dün Microsoft'un lansmanı vardı, değil mi?
-Evet Esma Sultan'daydı.
-Nasıldı?
-Çok şatafatlıydı. Okan vardı.
Hatırlar mısınız, zamanında Turkcell'in muhteşem bir Shubuo'su vardı. Bugün muhtemelen ne yaptığını hatırlayan çok kişi yoktur da reklamlarında oynayan Erol Büyükburç'u çok daha fazla insan hatırlıyordur. Devam edeceğiz.

24 Ekim 2012 Çarşamba

Siyasetin finansmanı

Babamdan uzun yaşamış olan cumhuriyetimizin yeni bir yaşgününe yaklaşırken garip bir havanın etkisinde kaldım. Bir kez daha bir dini ve bir milli bayram arka arkaya gelmişken, Cumhuriyet Bayramı'nın kutlanması konusunda şaşırtıcı bulduğum tartışma, izinsiz gösterilerin engellenmesi haklında. İzinsiz gösterici denilen kişiler ellerinde Atatürk posterleri ve Türk bayrakları ile yürüyecekler olduğundan ortaya kimin neyi yasakladığı konusunda garip bir tablo çıkıyor.
Gerçekten garip mi? Biraz düşününce bunun aslında kendi garipliğimiz olduğunu görebiliyoruz. Biz yıllar boyunca siyaseti ortaokulda sınıf başkanı seçimi tadında bir iş olarak değerlendirdiğimiz için; Türkiye'nin imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle olduğunu düşündüğümüz ve hala da anaokulu düzeyindeki bir çocuğun saflığı içinde olaylara yaklaştığımız için bu durumdayız.
Aslında baktığınız zaman hükümetin Cumhuriyet Bayramı ile ilgili tasarrufu Türkiye Cumhuriyeti'nin "Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz" tavrı ile bütünleştirildiğinde çoğu dönemde olmadığı kadar bir siyasi süreklilik göstermektedir. Türkiye'de milli bayramları devlet kutlar, halk izin verildiği ölçüde katılır.
Çocukken 23 Nisan'da enayi bir biçimde bir alanda toplanıp geçit töreni alanına çıkmak için sıra beklemeyi hiç sevmedim ama rutin buydu. Bizim bayramımızdı yahu; çocuktuk ve üniformalı olarak kendi kutlamamızda görevliydik. Çünkü devlet bizi kontrol altında tutmak istiyordu.
Bugün de değişen bir şey yok. Devlet 29 Ekim'i nasıl kutlayacağımız konusunda dikte etme hakkını kullanıyor ve sahip olduğu güce bakarsanız bunu yapmaya da "hakkı var". Bu gücü ona veren de hepimiziz.
Ben 80'lerin ikinci yarısından 90'ların ilk yarısının sonlarına kadar üniversitede okurken güvenlik güçlerinin kantinde ikamet etmesinden ve özel güvenlik tartışmalarından rahatsızdım. Ama toplum, kendi arasında ikiye ayrılıp güle oynaya bir tarafın diğerine giriştiği tatbikatlar yapan bu gücün antrenmanlarını haber bültenlerinde eğlencelik olarak izliyordu. O adamlar ve daha sonrasında kadınlar öğrencilere dalıyordu.
Cumhuriyet'in çocuklarına yaptığı en büyük kötülük onları, ekonomik sorunlarını çocuklarına yansıtmamaya çalışan aileler gibi korunaklı bir ortamda sarıp sarmalamasıdır. Kapalı ekonomi döneminin ardından ne olduğunu anlamayan bu kesim ülkeyi yönetememiş ve dışa açılan Türkiye'de tasfiye olmuştur. Toplum da ne yapacağını bilemediği için dededen kalma konağı satmaya kıyacak biri çıkana kadar yalpalamıştır. Şimdi de iş, paşa dedenin otel olan konağında garson olmaya çalışma ve o bahçede zamanında kenar bir masada yemek yemiş olanların bunu kabullenememesi arasında sıkışmış gidiyor.
Biraz büyüyüp kimin neyi finanse ettiğini, paranın ve buna bağlı gücün kimler tarafından kimlere sağlandığını düşünürsek pardon çalışarak öğrenirsek, en azından ne olduğunu anlayarak huzur içinde ölebiliriz. The Wall Street Journal gazetesi ABD seçimleri konusunda böyle bir çalışma yaparak ekim ayının başlarında yayımlamış (10 Ekim, WSJ Europe). (http://online.wsj.com/article/SB10000872396390444752504578024661927487192.html)
Bunun ardından Romney'in seçimlerde öne geçtiği haberleri bugünlerde ortalıkta dolaşıyor.
Elektronikteki kaskat devrelerden bildiğimiz, kontrol edilmesi gereken elektronik sistemlerde -ki her zaman kontrol gereklidir- geri besleme çevrimi de koyarsınız ve etkiyi karşılıklı hale getirirsiniz. Dolayısıyla finans tarafındaki bu hareketin siyasi taraftan bir yansıması olacaktır. Yüksek kredi notu beklentileri ciddi yatırımları çekme isteği ile yüksek enerji maliyetlerinin getirdiği yükün arasında sıkışan Türkiye'nin geleceği üzerinde etkili olacak ABD seçimlerinin bu boyutu gibi konuları öğrenip konuşabilmek için bayrak sallamayı biraz bırakmak gerekiyor.
Bunun iki basit nedeni var.
Birincisi, yenilgisinin nedenini anlamak için acılı ve zorlu bir çaba harcamayanın yeniden yenimeye mahkum olması.
İkincisi de, bir şey yapmayacaksanız, sürekli dikilmenin bir anlamının olmaması.
Hepimize iyi ve mutlu bayramlar.
Araştırmaya başlayacaklar için not: Ben dış habercilik yaparken, aynı gazete (WSJ) Türkiye'de kara para ile ilgili iki günlük bir yazı dizisi hazırlamış; 80 sonrasında Türkiye'deki siyasi partilerin kuruluş tarzı nedeniyle bu konuda yol katedilmesinin mümkün olmadığını yazmıştı. İddia, siyasi partilerin biri dışında parti merkezlerine bavullarla giden kara para ile kurulduğu ve bunu ypmayan tek partinin de parayı Almanya'da akladıktan sonra Türkiye'ye getirdiğiydi. Bakalım tatilde internette bir şey bulabilecek misiniz?

 
 

22 Ekim 2012 Pazartesi

Zayıflamak isteyenlere ve hızlı karar almaya hazır olanlara John Chambers

Cisco'nun Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO'su John Chambers ile karşılaşmam ABD'nin San diye başlayan yerlerinden birinde; galiba San Jose'de oldu. Yıllık toplantılarından birini yapan Cisco'nun ana oturumunda sahneye çıkan Chambers kendi konuşmasını yaptıktan sonra izleyen süreçteki demo ve konuşmaların da aktif bir katılımcısı oldu.
Konuşurken masaların arasında dolanması alışılmadık bir tavır olarak aklımda kalmış; tabii sanatçılardan bildiğim sahne performansının başarı unsurlarının en önemlilerinden birini uygulayan bu adama gıpta ile birlikte. Ama asıl gıpta ettiğim yönetmenlik tarafıydı.
Demolardan birinde aksaklık yaşanınca, demoyu hazırlayanlar gayriihtiyari tekrar deneyerek çalıştırmaya çabalamaya başladılar. O yüksek tempodan düşülünce konuklar arasında dikkat dağılması çok hızlı geldi. Chambers bundan da hızlı hareket ederek sahneye müdahalede bulundu: "Demoyu bırakın, sözlü anlatın." Olayı kurtarmıştı.
Nisan ayında Businessweek'te yayınlanan ropörtajını kesip bir kenara koymamın nedeni de aynı derecede etkileyici olmasıydı. Charlie Rose imzalı ropörtaj "Çok şişmanlamıştık. Ve çok şişmanladığınızda karar almakta yavaşlarsınız" diyordu.
Bir şişko olarak bunu en iyi bilenlerden biriyim ama bazen içinde bulunduğunuz topluma ayak uydurabilmek için tek yolunuz şişmanlamaktır. Bu sizi hiçbir şeyi kafaya takmayacak kadar miskin olma noktasına ulaştırır. Aynı zamanda günün birinde bu tür bir söz grubunun sizi bedelini ödemeye hazır olarak zayıflamaya yöneltmesi de mümkündür. Chambers'ın sözleri sahnedeki önceliklendirme ile birleşince çevredeki ıvır kıvır tiplerin sözlerinin aksine sağlam bir teşvik. Önceliklerini doğru belirleyen biri, her zaman karşısındakini de önceliklerini doğru belirlemeye zorlamaya kanidir.
Daha genel olarak ekonomi ve teknoloji alanındaki sözlerinin Chambers'ı sadece bilişim teknolojisi profesyonelleri için değil ekonomi ve siyaset dünyasının önemli figürleri için de öncelikleri sorgulama vesilesi olması gerekiyor.
Birinci konu, sürdürülebilirlik: ropörtajın girişinde kendisini yeniden keşfetmeyen şirketler gibi ülkelerin de ortadan kalkması ile ilgili bir yorum bulunuyor.
İkinci konu, hatayı kabullenebilmek. Flip işine büyük yatırım yaptıktan sonra neden vazgeçildiği ve ardından ne yapıldığı teknokratlar kadar siyasetçiler için önemli bir samimiyet dersi içeriyor.
Ve son olarak: ropörtajın sonunda halka arzlar ile ilgili sözleri, inovasyonun ölçütünün bunun ekonomik sonuçlar olması gerektiği; ülkelerin rekabet ve global dengeler içinde ileriye mi geriye mi gittiğini anlamakta halka arz sayısının kriter alınması gerektiğini düşündürüyor. Kendisinin ABD konusunda yaptığı bir değerlendirme var.
Bütün bunların arasında bana verdiği asıl ders; şişmanlığın karar almayı yavaşlatmasını hatırlatması. Oturaklı görünmeyi sağlasa da, nisan ayında okuduğunun yorumunu ekimde yapabiliyorsan bir hata var demektir. Onun bakışıyla bu noktada kendi yorumumu yaparsam "anlatmak değil yapmak" gerekiyor.
Charlie Rose'un Chambers ile yaptığı ropörtajı aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz:
   

20 Ekim 2012 Cumartesi

18 yaşa ek: Forbes'dan D'Vorkin'in Bakışı

18 yaşında seçilip meclise gitme konusunda uzunca zırvalamamın ardından Forbes Baş Ürün Yönetmeni Lewis D'Vorkin'in derginin üzerinde 20 Ağustos 2012 tarihini taşıyan sayısını okuma fırsatım oldu. Benim yazı uzun geldiyse kısası ve iyisi budur.
Dersin ki, kardeşim ben bunu yaptım ve buraya getirdiğim işin gelecekteki şeklini vermekte bugünün lise ve üniversite mezunları bize yardımcı olacak. Adam bunu diyor ve bunu basın şehitlerine falan atıfta bulunarak söylemiyor; benim başında olduğum dergi de onların üniversite seçimlerine yardımcı olmak üzere Üniversite Rehberi hazırladık diyor.
Bunu da bir medya aracında ürün yöneticiliği gibi inovatif bir pozisyon bulmuş, icat etmiş, bilmiyorum, ya da sadece bunu icra eden biri olarak yazıyor. Değişimin parçası olan biri, değişime katkı sunuyor.   
Hem rehber hazırlama, hem değişim anlamında ilişkiler böyle karşılıklı olduğunda anlamlı oluyor. Herkes kendi geleceği ile ilgili doğru kararı vermek zorundadır ve bir ilişkide işbirliği ancak bu noktada yapılabilir. Bundan ötesi sadakat bile değil tabiyettir. Yazıyı okumanızı öneririm.
http://www.forbes.com/sites/lewisdvorkin/2012/08/01/inside-forbes-the-importance-of-mobile-in-our-branded-experience/

18 yaş meselesi

Şaşırtıcı gelebilir ama gençlerin 18 yaşında milletvekili seçilmesine karşı değilim. Türkiye'nin nüfus profili ve demokrasi anlayışı düşünüldüğünde büyük bir bölümü oluşturan o yaş grubunun da mecliste temsil edilmesi gereklidir ve zorunludur. Zaten bu gençler siyasi biri görüşleri olduğu zaman ya da sadece haklarını talep ettiklerinde tutuklanma hizmetini alacak kadar sorumlu bulunuyor. İçkili bir davete kabul edilmeyecek olmaları ya da hamile kaldıklarında ailelerine haber verilmesine değinmeyeceğim çünkü zaten içine girdikleri sistem "Parti başkanına sordum televizyon programı yapmamda bir sakınca yokmuş" ya da çalışmaları kırıp yurtdışına gittim, döneceğim sistemi olacak. Biz de o yaşlardayken boş derslerde okuldan kaçardık.
Ama bir sorun var. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin yöneticilerini pek tanımadığım için adını bilemediğim bir yöneticisi, bu yaşta bu ülke için savaşırken ölebiliyorlarsa, milletvekili de seçilebilirler, diyordu; televizyonda sonuna yetiştim. Sonra da ekliyordu: zaten zor olan seçilmek değil, seçmek. Kendi görüşleridir; zaten ülkeyi halkla ilişkiler yöntemleri ile yönettikleri için de bunun arkasındaki güçleri ile bunu akıllara kazıyabilirler.
Ancak bir nokta var; ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak milletin vekili olarak ülkenin insanlarına daha mutlu bir gelecek yaratmakla sorumlu olan kişilerin emir komuta düzeninden örnek vermemesini isterdim. O çocuklar ülkeleri için ölebiliyorlar çünkü "seçilmesi seçmekten kolay" olarak koltuğa oturan vekilleri, bu sorunları çözmüyor. Ülkenin sorunlarını çözmek gibi bir mesele olmayınca da o koltuklarda 7 ya da 77 yaşındaki kişilerin oturması fark etmiyor.
Ben askerlik yaparken bahsedilen yaşlardaki çocuğun biri de askerdi ve tam kalfa olacağı dönemde askere gelmek zorunda olan bu çocuk dönünce ustasını bulmak zorundaydı; bulamazsa çıraklıktan başlayıp yeniden kendisini tekrar ispatlaması gerekecekti. Türkiye'de işyeri kapanma oranlarına bakanlar bunun muhtemel olup olmadığını değerlendirsin. Böyle bir insanı, bu rejimi değiştirmesini için meclise sokar mısınız?
Geçenlerde metroda tanştığım bir genç, 20'li yaşlarında olmasına karşın mesleği olan yemek konusunda çok denemeler yapmış, birçok mutfağı öğrenmiş, birincilik almış... "Bu yaşımda bu denemeleri yapmazsam, ne zaman yapacağım" diyor. Ben tanıştığımda iş değiştirmek üzereydi. Çalıştığı yer kaliteli bir restoranken üç yılda 21 yeni lokasyon açınca işler aksamaya başlamış. Kişi başına düşen yük değil, işler aksıyor derken örneğin soğutucu bozulduğunda üç gün tamirci getirilememiş. "İşler aksıyor, müşteri memnun olmayacak, kalite düşüyor" diye ayrılıyordu işine ya da kendisine saygısından. Bu tür insanlar için de seçilmek kolay mı?
Veya o üzerinden siyaset yapmaya çalıştığınız şehitlerin sayısının daha da artmasını engelleyecek birşeyler yapabilecek olanlar için orada yer var mı; ya da bu ölümlerden en azından rahatsız olan kimse kaldı mı? Ya da şöyle söyleyeyim; benim bildiğim son 40 senedir gençlerini şöyle ya da böyle öldürten ya da buna engel olmayan -bunu sadece fiziksel ölüm olarak değil, iyi yetiştirmeyerek, iyi bakmayarak hayat karşısında yetersiz bırakmayı kastediyorum- bir ülke, gençlerine değer veriyormuş görünerek neyin peşine düşmüş olabilir?
Hayatın içinde bununla ilgili de birkaç örnek var.
Biri dükkan mantığıdır. Gençlerden birini çekersen arkadaşlarını da çekersin. İş yaparsın.
Burada suç ya da kötü alışkanlık artınca, örneğin bir pavyon ya da uyuşturucu satılan bir mekan söz konusuysa bağlılık daha da artar.
Adını söylemeye dilim varmıyor ama bir de borçlandırma vardır. Artist olacağım diye kandırdığın bir genci borçlandırır, hayatı boyunca çalıştırırsın. Biz zaten peşinden krediye geçirdiğimiz ülkem insanlarını aman taksidim var diye herşeyi kabul ediyorlar.
Şimdi bizim işimiz, gençleri meclise tıkmak yerine onların iyi eğitilmiş, katma değeri yüksek insanlar olarak toplumu yönlendirecekleri bir sistemi kurmak. Asıl sağlam olduktan sonra vekalet sorun olmaktan çıkar. Vekalet düzgün olmadığında asıl olan bunu yazmak zorunda kalıyor; Deportivo-Barcelona maçında pozisyon kaçırmak pahasına ki bu en önemsiz hasar.



World 3.0 ve bunu anlamayan medyamız

Türkiye'de medyanın eski tas eski hamam giderken birden silkinip "haberlerimiz bizimdir kardeşim" gibi bir havayla ortaya çıkması, medya yöneticilerinin ve patronlarının kendi işlerinin özelliklerini bilmediğinin ve umutsuz gidişin sürecinin yeni bir göstergesi oldu. Newsweek çevrimiçine geçer ve Guardian'ın da zarar ettiği için benzer bir yolu takip edeceğine dair söylentiler çıkarken bizimkilerin de daha verimli operasyon için aynı yöne dümen kırdığını düşünüyorum. Artık kendi dehaları mıdır, danışman ustalıkları mıdır bilemiyorum ama medyamız kendi haber kaynağı, kanal ve okur yapıları konusunda hiçbir şey bilmediğini bir kez daha kanıtladı. Daha önce de ekonomiyi canlandırma adına köşe yazarlarına simit, çiçek sattırdıkları televizyon reklamları ile ekonomiden de birşey anlamadıklarını göstermişlerdi. Biraz daha gayret ederlerse, Kamu Spotları'ndaki zeka kıtlığını yakalayabilecekler ama bunu yaparken hayatta kalabilmek için vatandaşların vergileriyle ya da devletin yaptırım gücü ile koruma altına alınmaları gerekecek. Medyayı ve iş modelinin teknik analizine daha sonra derinlemesine eğileceğim ama bugün doğru örneğin nasıl olduğu konusunda bir örnek vermek istiyorum. Ama şimdilik şunu söyleyeyim; heberimiz bizimdir kampanyası yapan bu gazetelerin en önemlilerinden biri olan Hürriyet'te yayın yönetmenliği sonrası döneminde sürekli takip ettiğim Ertuğrul Özkök, Suriye'deki durumu ve bunun Türkiye'deki uzantılarını anlamamızı sağlayan köşe yazısını açık istihbarat kaynakları olarak adlandırdığı yabancı gazetelerden derleyerek yazdı. Bunu da "Sanmayın ki bunları MİT, CIA, MOSSAD vs gibi kaynaklardan aldım. Kaynağım, her zamanki gibi “AİT”. Yani “açık istihbarat teşkilatı”... Bu bilgileri dünkü Le Figaro, Le Monde ve Herald Tribune gazetelerinden derledim" diye açıklıyor.(http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21678821.asp) Bizim medya analizini burada bırakırken, bu işin doğrusunun nasıl yapıldığını, yani derleme değil de para verilmeye değer içeriğin nası üretildiğine bir göz atmak istiyorum.
Fortune Türkiye'nin Eylül sayısında "İspanya ekonomisinde yeni dönem" adıyla bir sayfalık bir makale yayınlandı. Makalenin dibindeki notta World 3.0'ın yazarı Pankaj Ghemawat ve Stijn Vanormelingen IESE'de verimlilik araştırması yapıyorlar" yazıyor. Bu iki isim, yazının üzerinde imazsı olan kişilere ait.
Yazıyı şekillendiren de bu derinlikli araştırma ama dikkat edin makale sadece bir sayfa. Mesajı çok daha kısa yazılabilecek bir şey. Bir ülkenin ekonomisinin sürdürülebilir olması bizim burada yaptığımız gibi gaz vererek değil rekabet içinde satabildiğiniz miktar ve isteyebildiğiniz fiyat olarak daha iyi yerlere gelerek olur. İspanya özelindeki durum, rakiplerle karşılaştırıldığında her iksi de birim bazında olmak üzere emek maliyetindeki çok yüksek ve verimlilikteki çok düşük artışın toplam sonucu. Bu da 20 yıllık bir araştırmaya dayandırılıyor. Çözümlerin arasında benim kafa taktıklarımdan biri olan, SAP'deki genel müdürülük görevinden ayrılmasından önce Cem Yeker ile konuştuğumuz ve yatırım fonu yöneten dostlarımın da vurguladığı, büyümek için daha büyük şirketlere sahip olunması gerektiği. Bunu ve diğer detayları okumanız için global Fortune'daki yazının linkini veriyorum. (http://finance.fortune.cnn.com/2012/07/10/spain-economy-recovery/)
Google'da Spain Fortune Pankaj diye arattığınızda "Reinventing Spain's economy" başlıklı yazı, şak diye karşınıza çıkıyor. Fortune Türkiye'deki yazının tam başlığını tırnak içinde yazdığınızda ise internette böyle bir sonuç olmadığı yanıtını alıyorsunuz. Belki de bu yüzden biz bütün konulara temel bir yanlış olarak Temel gözlükleri ile bakıyoruz.
Temel'e, "Bak bakalım arka sinyal yanıyor mu?" demişler. Temel geçmiş arkada yanıp sönen sinyalin karşısına cevap vermiş: "Yanıyor... Yanmıyor... Yanıyor... Yanmıyor..."
Bizim de dünyadaki gelişmeleri,
İspanya battı yok batmadı, battı, yok batmadı"
Suriye'dekileri Esad düştü, yok düşmedi, düştü, şimdilik düşmez gibi izlememiz buna benziyor.
Başa dönersek medyanın bunda çok ciddi suçu var ama dünyayı anlamadan kaybederek geçirdiğiniz zaman sizin kaybınız. Sevgili insanlarım siz de uyuyacaksanız artık yatağa geçin de hem cahil hem nevazil olmayın. 

19 Ekim 2012 Cuma

Apple, Bilkom güvencesiyle…

Son günlerde sokaklarda gördüğüm Bilkom ilanları, ilk anda “ne oluyor” diye düşünmeme neden oldu. Bilkom ile ilgili olarak farklı olan/olmayan duygular karmaşası içinde buldum kendimi. Muhtemelen bir şeyden irite olup olağan dışı bir atağa kalkmışlardı. Farklı olan buydu. Farklı olmayan ise, Apple markasının dünyadaki çarpıcı imajının aksine bir kez daha cazibe odağı olmamayı becererek yapabilmesiydi.
Aralıklı olarak yerleştirdikleri ilanları tek bir yere örneğin Taksim’e toplasalar bile muhtemelen daha fazla dikkat çekerlerdi. Ama böyle olmadı. Birçok şeyin arasında boğulan bir kampanyayı tercih etmeleri en azından genel müdür değişikliğinin ardından istikrarın sürdüğünü gösteriyor.
Apple ve Bilkom'u kapsayan resimde yeni olan ise Index. Erol Bilecik’in yönetim kurulu başkanlığını yürüttüğü Index, -Allahtan halka açık da KAP’a her yaptığını açıklıyor- Apple ile dağıtım alanında görüşmelerde bulunduğunu geçenlerde açıkladı. Sanırım bu sonuçlandı ki, Bilkom ilanlarla kendisini göstermeye çalışıyor. Maalesef, bu sadece ortadaki tablonun daha fazla gözler önüne serilmesini sağlıyor.
Yıllar boyunca Apple'ın Türkiye’deki dağıtımı için Ülker’i seçtiği haberleri aynı etkiyi yaratmadığına göre şu anda ortada ciddi bir durum var. Biraz analiz yapalım.
Index, dağıtımda IBM ile çalışırken HP’yi de portföyüne katmasının ardından sürekli geliştirdiği çoklu marka stratejisi ile düşük kar marjlı/yüksek hacimli dağıtım işini elektronikte Türkiye’de en iyi yapan marka haline geldi. Grup son dönemde, birim maliyetleri kısma işinde ulaştığı muazzam noktanın ardından kar oranı biraz daha yüksek işlerin peşine düştü. Bir yanda Homend gibi bir elektrikli ev aletleri markasını uzun vadeli bir yatırım olarak başlatırken Alkım gibi katma değerli servis, bakım ve onarım sunan bir şirketi de bünyesine kattı. Grubun bünyesindeki Artım ise HP, Sun Oracle, Dell, Fujitsu, Lenovo markaları için servis yedek parça çözümleri sağlarken özellikle Oracle markasına yönelik çözümleri ile dikkat çekiyor. Index, ölçek kazanan işleri için uygun çözümleri geliştirerek sağlıklı büyümeyi bilen bir yapı olmasıyla dikkat çekiyor.
Diğer yanda Bilkom, Apple operasyonunu yıllardır sürdürmesine karşın Apple’dan çok Koç Grubu’nun ağır başlılığını yansıtan bir marka olarak var oldu ve bu sürüyor. Devrimsel iPod çıkışında Bilkom’un ne yaptığını veya daha güncel olarak iPad’in yeni trendlerini izleme konusunda ne yapıldığını hatırlayan var mı? Teknik servisteki gücü tartışılmaz olan Bilkom organizasyonunun yapısal adımlar atmak dışında ne tür bir faaliyeti olduğunu biri bana anlatsın? Alelacele gerçekleştirilen reklam kampanyası her şeyden çok geçmişte nelerin yapılmadığını ortaya koydu. Bunun doğal sonucu dünyadaki Apple markasının Türkiye’de düşük profilli kalması. Bunları, Apple tarzını MacWorld’ün dokuz ay kadar yayın yönetmenliğini yaparken öğrenmiş biri olarak söylüyorum. 
Geçen haftalarda Londra’da Oxford Caddesi’ndeki iki katlı Apple Store’a iki kişi girdik, birbirimizi kaybettik; telefonla arayıp bulduk. 10’lu Ekim günlerinde Barcelona’daki –yeri değişmiş ve çok daha ihtişamlı hale gelmiş gibi geldi ama emin değilim- Apple Store’da test ürünü bulamadık, hepsini birileri kurcalıyordu. Her iki yerde de iPhone 5 yok satıyordu.
Daha önce San Jose’de Fashion Valley’deki Apple Store’a gittiğimizde yeni bir şey olmuştu ve çalışanlar eğitime alınmıştı. İçerisi hınca hınç doluyken tek bir müşteri kaçmadı ve herkes çalışanların çıkmasını bekledi. Ellerindeki iPhone’larla tahsilatı hızla gerçekleştiren ve faturanızı e-posta adresinize gönderen çalışanlar, kısa sürede onlarca müşterinin ihtiyacını karşılarken dükkanın boşalması gibi bir durum yaşanmadı. Sürekli bir trafik vardı.
Türkiye’deki mağazalar daha çok Fashion Valley’de Apple Store’a 100 metreden fazla uzakta olmayan Microsoft mağazasını çağrıştırıyor. Microsoft mağazasında ürünler ya da hizmette bir sorun yoktu; hatta çalışanlar bir şey sorsalar da yanıt versek diye aportta bekliyorlardı ama içeride herhangi bir dinamizm yoktu. İki yaşlı çift ile bir genç sanat müzesi gezer gibi içeride dolanıyordu. Bu mağaza olayı, Apple’ın sadece kreatif tasarımcıları değil günümüzde zirvesine ulaşan bir trendle son kullanıcıları hedeflediği dönemin en önemli bacaklarından biri. Bakınız New York’taki 5.Cadde.
Bir diğer nokta uygulama ve yazılım tarafı: 2011 yılbaşında ABD’de satışın zirvesine oturan uygulama iPad için Office paketiydi. Apple bu tür verimlilik araçlarını, eğitim ve iş alanlarını önemli bir hedef olarak görüyor. Bunlardan özellikle ikinci taraf yani eğitim Türkiye’de son derece sıkıntılı. Geçen yıllarda Gaziantep Zirve Üniversitesi’nin öğrencilerine ücretsiz olarak dizüstü Mac vermesinin, buna Apple merkezinden üst düzey katılım olmasının ve bir gazeteci ordusunun olay yerine götürülmesinin en önemli nedenlerinden biri, eğitim sektöründeki bu sorundu.
Yıllar önce Bilkom’un eski genel müdürlerinden Vural Yılmaz ile konuşurken kendisinin üniversitelerle düzenli toplantılar yaparak bu alana hitap ettiğini biliyorum. Bugünkü durumun ne olduğunu net olarak bilmiyorum ama öğrencilerin derslerini mobil sınıflarda görmesinin onlarca örneğinin oluşmadığını düşünüyorum.
(Milliyet’in arşivinde 1986 tarihli bir haberde Yılmaz’ın çocukların geleceği ile bilgisayarı bağlamasının metni var. Google’da çıkıyor. Bilkom'un Genel Müdürü Vural Yılmaz,daha 1986’da "Büyüklerin bugünü, çocukların geleceği olmalı.Onlara bilgisayarlı bir gelecek vermeliyiz" diyor. Üye olmadığım için daha fazlasına erişemedim.)
Sonuçta, Bilkom büyük bir grubun içinde kaynayıp gitti; asla büyük bir iş olmadı. 2 milyar dolar ciroya ulaşmak isteyen ve halka açık bölümleri nedeniyle bu konuda hissedarlarına karşı sorumlu olan Index için bu ana işlerden ve biraz daha karlı bir iş olarak karlılığını artırma hedefinin önemli bir unsuru olmaya aday. 250 milyon dolarlık bir kısmın buradan gelmesi bekleniyor diye duydum ama emin değilim.
Ne olursa olsun, karşılıklı olarak birbirine gerek duyan Türkiye’deki Apple ve Index’in iyi bir iş modeli ortaya çıkaracağına inanıyorum.
Not: Bu konuda 11 Ekim tarihli Milliyet gazetesinde çıkan bir haber var. “İndeks Bilgisayar Apple’la uçacak” diye. Sanırım ilk. KAP’tan aldıkları için sicildeki adıyla Türkçe yazmışlar.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Business otel nasıl olmalı: Park Plaza Westminster Bridge

Bu ayın başında bir geceliğine kaldığım, Londra'daki Park Plaza Westminster Bridge birkaç açıdan ilgimi çeken -olumlu anlamda- bir otel oldu. Kapıdan girince karşınıza sadece yürüyen merdivenlerin çıktığı bu otelin resepsiyonu benim ilk deneyim noktam olarak oteli beğenmemde asıl rolü oynadı.
"Mini barı kullanmayı düşünüyor musunuz" sorusuna verdiğim "Hayır" yanıtını ardından kredi kartımla ilgili işlemlere gerek duymayıp işimi iki imza ile halledip beni odama uğurlamaları hız kadar pratiklik ile de göz doldurucuydu.
Silindir şeklindeki otelin üçgen şeklindeki stüdyo dairesi ise, bu tatmini tamamladı. İki odalı bir ev konforuna sahip olan odamın yatak odası bölümü, silindirin dış yüzeyinde en geniş güneş ışığı yüzeyini oluşturarak emrime amade olurken giriş bir oturma odasından beklenebilecek konfora sahipti. (Burayı kullanma fırsatım olmadı.)
Her iki bölüm ya da odada duvara yerleştirilmiş olan LG televizyonlar, birbirinden bağımsız kullanıma olanak sağlıyordu. Yatak odasındaki televizyonun altındaki çalışma alanı televizyon izlerken çalışabilmek için iyi bir fırsat sağladı. Ama yorgunluk buna çok fırsat vermedi.
Resepsiyonda interneti şifresiz ve ücretsiz olarak kullanabileceğimizi söylemeleri, iş oteli müşterisinin ne istediğini bilen ve gereksiz sorular yöneltme zahmetine gerek bırakmayan yaklaşımları, en büyük artıyı aldıkları nokta oldu.
Etkinlik alanı olan National Film Museum'a sadece birkaç dakika (İngilizler beş dakika diyor ama Türk tipi beş dakika değil, gerçeğinin yarısı) mesafede, bu kadar pratik ve gerçek kablosuz interneti bulunan otel, Big Ben civarında işi olanlara tavsiye edebileceğim bir konaklama mekanı. Tasarım artı servis bütünü olarak.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Yönetim mekanizmaları ve ilerlemenin yolları

Güney Afrika'da grevci maden işçilerinin yanında yer alan Afrika Ulusal Kongresi'nin (ANC) gençlik lideri Malema'nın başına gelmedik kalmadı. The Wall Street Journal gazetesinin bildirdiğine göre (http://online.wsj.com/article/SB10000872396390444180004578014213348544742.html) bu genç adama 1,93 milyon dolar vergi cezası çıkarmışlar.
Haberi okuyunca birden Türkiye'deki uygulamayı hatırladım; Aydın Doğan'ı da başka siyasi hedefler doğrultusunda vergi ile yıldırma operasyonunu hatırladım. Siyasi boyutu ile karşılaştırma yapmak imkansız ama ilginç bir paralellik.
Dış habercilik yaptığım 1990'ların başlarında (veya 1980'lerin sonlarında) Mandela'nın içeriden çıkarılması ve devlet başkanı ilan edilmesi operasyonunu "beyaz iktidara siyah hükümet" olarak değerlendirmiştim. ABD'de Barack Obama'nın devlet başkanı seçilmesine karar verilirken bu deneyimden faydalanıldığını düşünüyorum. Türkiye'de sayın başbakanın göreve gelmeden önce hapse sokulup çıkarılması da bu kolektif tecrübe ile bağlantılı sanırım.
Bunlar doğru akıl yürütmeler olsun olmasın, Afrika kıtasında bölgesel lider olarak şekillendirilen Güney Afrika Cumhuriyeti, Ortadoğu'da Türkiye ve dünya genelinde ABD'nin yaptıklarının birlikte değerlendirilmesinin dünyada yaşanan gelişmeleri değerlendirmek açısından yararlı olacaktır diye düşünüyorum.
En azından ABD seçimleri söz konusu olduğunda Romney'in şirketlerine başlatılan inceleme ile Malema'nın başına gelenleri tek bir odağın işi gibi görmek veya yeni mevzuat olarak değerlendirmek hayatı daha anlaşılır kılıyor. Türkiye'de bir ileri adım olarak kamu görevlilerinin göstericileri dava etmesi gibi daha ileri bir noktaya geçmiş bulunuyoruz. Hepimize hayırlı olsun.
Umalım, Güney Afrika'daki gibi grevci işçilerin üzerine hedef gözeterek ateş açılması ve ardından 12 bin işçinin, grevleri şirketi zarara uğratıyor diye işten çıkarılması gibi gelişmelerle karşılaşmayız. Ancak ABD'de GM'in geçen sene, kurtarılmasının ardından en büyük karını elde ettiği dönemde işçilerinin maaşlarını dondurması ve emeklilere yaptığı ödemeleri kesmesi, hayalci olmamayı zorlayan bir deneyim.
Türkiye'nin entelektüel geçinen nüfusunun bu gelişmeleri değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Yol bulmak için nereye yol açıldığını bilmek gerekiyor. Hele ki bizimki gibi, trafik sıkıştıkça trafiğin yönünü değiştirerek çözüm bulmaya çalışan ülkelerde bu birkaç kat daha önemli.
Bu bir metafor değil; yol inşaatı beceriksizliği yüzünden tıkanan trafiğin gidiş yönleri değiştirilerek çözülmeye çalışılması sapıklığının yaşandığı Kadıköy'ün bir sakini olarak artık doğru bir ilerleme tercihi yapalım diyorum.  

25 Eylül 2012 Salı

Türk Telekom'un yeni yüzü göründü: Tahsin Yılmaz

TTNET Genel Müdürü Tahsin Yılmaz'ın Türk Telekom'un başına 4 Eylül'de atanmasının ardından sadece 20 gün geçmişken medyanın karşısına çıkması ve bunun Bakan Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanı Binali Yıldırım'ın Türk Telekom'un kamudaki yüzde 30 hissesinin bir bölümünün daha arz edileceğini açıklamasından hemen sonra gerçekleşleşmesi Tahsin Bey'in medya spotlarının altında daha cazip görünmesini sağladı.
Fortune 500 Türkiye listesinde en karlı şirket olarak liste başı olan Türk Telekom'un bu konumunu sürdürmesini sağlamak zor bir görev. Bu operasyon karlılığı cirosal olarak bir numarada yer alan Tüpraş'ın yaklaşık dörtte bir cirosu üzerinden, bu şirketten daha yüksek kar etmeye dayanıyor. Müthiş.
Ancak hızla değişen dünyada bu karlılığı korumak zorunda olmak da aynı derecede korkunç.
Tahsin Yılmaz, sorumluluğunun gerçek patron olan müşteriler, hissedarlar ve çalışanlar olmak üzere üç tarafı memnun etmek olduğunu ifade ediyor. Ve bu listede ikinci sırada yer alan hissedar ve yatırımcıları ilgilendiren bu konuda, "Beş yıllık planımız hazır. Heyecan ve motivasyonumuz tam. Geriye hedeflere ulaşmak kalıyor" diyor.
Planları şekillendiren strateji 3D ile ifade ediliyor. Yılmaz'ın 3D ifadesini içeren sunumu bu koşullarda otomatikman Türk Telekom hızla artan 3D televizyon satışlarını dikkate alarak üç boyutlu (3D) içerik işine gireceğini düşündüm. Yazılar çıkınca bunun bir yanlış anlama olduğunu anladım ama yine de tam olarak haksız bir değerlendirme de olmayabilir.
Türk Telekom'un yeni genel müdürünün çantasındaki stratejinin üç boyutuna işaret eden 3D listelendiğinde tam olarak dijital yaşam, değer odaklı mükemmel müşteri deneyimi ve yurtdışına açılımla büyüme şeklindeki üç madde ortaya çıkıyor. Yılmaz, Nokia'daki ve TTNET'teki deneyimininin ardından meslek hayatına başladığı Türk Telekom'a dönerken bunlarla ilgili ayrıntılı planlara sahip.
Geçen genel kurulda tahsis edilen 300 milyon euroluk satın alma bütçesi büyüme hedefleri doğrultusunda satın almalar için Türkiye ölçeğinde önemli bir cephanelik. Bakır yerine fiber döşeme şeklindeki fiberkent projesinin Türkiye çapında 2015 sonunda tamamlanması planlanıyor. Bugün bile tüm evlere erişimi olmasıyla öğünen ve bunu fibere çevirme planı olan Türk Telekom, bunun ucuna takacağı kutu ile televizyona bağlanarak düşen ses penetrasyonu ve gelirlerini telafi etmek için önemli bir atılım gerçekleştiriyor.
Tahsin Yılmaz, "Kişilerin ve kuruluşların haberleşmede gerek duydukları servisleri komple verebilecek güçteyiz. Türkiye çapında 7/24 bakım ve işletme de sağlıyoruz. Rakipler de bu noktaya gelmek için çaba sarf ediyor. Müşterinin kalbine giden yolu bulan bu mücadelede başarılı olacak" diyor. Tamamen haklı.
Bununla birlikte kısa vadede uğraşması gereken işler olacak. Bakan Mehmet Şimşek'e kendilerinden baklentilerini sorduğunda "şirketin değerini yüksek tutun" yanıtını alan Yılmaz için bu seneki öncelikli görev halka arza en uygun koşullarda girilmesini sağlamak.
İş Bankası analistleri, Türk Telekom hisseleri ile ilgili raporlarında "Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanı Binali Yıldırım Türk Telekom halka arzının sene sonuna kadar yapılabilecegini belirtti. Halka arzın doğru piyasa koşullarında yapılacağını belirten Binali Yıldırm, %15’ten daha az bir miktarın satışa konu
olabileceğini söyledi. Haberin Türk Telekom hisseleri üzerinde baskı yaratmaya devam edeceğini düşünüyoruz" ifadelerini kullanıyor. Günlük değerlendirmede ise, "Yatırım iştahı keskin bir düşüşle Şubat 2010’dan bu yana en düşük seviyesine geriledi" deniyor. Öte yandan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Halkbank’ın ikincil halka arzı sürecinde düğmeye basıldığını ve bankanın yüzde 24 payına kadar satış yapılabilecegini belirtiyor.
Bu durumda hükümete inşallah bu kadar kaynak bulunur; Yılmaz'a kolay geldin demek gerekiyor.